20 Kasım 2016 Pazar

DHAKA'NIN DİĞER TARAFI

Tıpkı insanlar gibi içinde yaşadığımız şehirlere de şans vermek gerekiyor. Ana caddelerine değil ara sokaklarına, hep turladığınız semtlerine değil bilmediğiniz yerlerine. Çünkü yine insanlar gibi şehirler de gösterdiğinden fazlasını saklar; sizin arayıp bulmanız için...

Dün, internette tesadüfen bulduğum Dhaka Edebiyat Festivali'ne gittim. Kitap fuarları benim Türkiye'de en sevdiğim etkinliklerden biriydi hep. Istanbul'da yapıldığı söylense de Bulgaristan sınırına yakın bir yerde yapılan Tüyap'a sekiz vasıta değitirip gitmeye bile erinmedik hiçbir zaman; Dhaka'da altımızda şöförlü araba ile gitmeye mi üşenecektik?! Ofisten çıkıp atladım gittim.

Fuar, benim şehrin bilmediğim ve daha önce gitmediğim üniversite bölgesi tarafındaydı. Motijheel bölgesindeki ülkenin en büyük üniversitelerinden olan Dhaka Üniversitesi'nin kampüsündeki Bangla Akademi'de. Üniversite çok büyük ve yemyeşil bir alana kurulmuş. Dhaka'nın içinde öyle bir yer görmeyi -ne yalan söyleyeyim- beklemiyordum. Her taraf gençlerle doluydu. Ben arabada aval aval etrafa bakarken festivalin olduğu akademiye geldik.
Bangla Akademi, ülkenin ulusal dil kurumu olarak 1954'te Bengal kültürünü ve dilini araştırmak ve tanıtmak amacıyla kurulmuş. O da yemyeşil bir bahçenin içinde. Festival için alana bir sürü stand kurulmuş. Kitap standları ve imza standlarının dışında yiyecek-içecek standları da vardı. Bir sahnede lokal müzik yapan müzisyenler -aha bununla da henüz bir türlü barışamadım ama dur bakalım- , merdivenlerde karikatür çizen çocuklar, çimenlerde oturup kahve içenler...Dört ana sahnede ise paneller düzenleniyordu. Ben ikisine yetişebildim. Birincisi -hazır olun çok tanıdık gelecek- kendi ülkelerinde sansüre uğramış yazar ve gazeteciler ile ilgiliydi. Nepal'den bir gazeteci, Tayland'dan bir yazar-yönetmen, Bangladeş ve Özbekistan'dan birer gazeteci uğradıkları sansür hikayelerini ve Güney Asya ülkelerinin çoğunun "adı demokrasi olarak geçse de" birer militarist yönetim modeli olmalarını anlattılar. Tayland'lı yönetmenin filmi tüm onay mekanizmalarından geçip yasal onayları aldığı halde vizyon tarihinden bir gün önce, Kral'ın ölümünün ardından ülkenin yas döneminde olması ve filmin bu yas dönemi için rahatsız edici olabileceği gerekcesiyle vizyondan kaldırılmasına karar verilmiş. Ha bu arada film ne ile mi ilgili: bir aşk otelini basan uzaylılar ile...

İkinci seminerse şiir ve dil üzerineydi. Açık olayım -ve kendimden esef duyarak- ben şiir okuyucusu değilim. Hiçbir zaman da olamadım. Bazen bir dizenin, bir kıtanın falan beni yakaladığı olmuştur elbet, o kadar da duygusuz ve nobran değilim ama o kadar, ötesi yok. Şu yaşıma kadar okuduğum şiir kitabı herhalde üç falandır. Ve onlar da en inceleridir sanırım... (Yalnız Didem Madak tüm bu konuşmalardan bağımsız olarak başımın tacıdır. Hani okumayan, benim kadar geç kalan varsa tanımak için, bir bakın derim.)
Neyse, o yüzden efleyip püfleyeceğimi sandığım panel, gördüğüm en özgüvenli ve kendinden emin adamlardan biri olan bir İngiliz şair (Steven Fowler, sanırım bu adamı okumaya başlayacağım) sayesinde öyle olmadı. Kurduğu her cümlede beni etkiledi sarışın velet. "Bir şiiri ilk okumada anlayamıyorsanız bu sizin sorununuzdur. Anlayacak doygunluğa henüz ulaşmadığınız anlamına gelir. Benim şiirlerimi anlaşılmaz ve kafa karıştırıcı buluyorlar ve ben bununla gurur duyuyorum"
Bu kibirli veletin dışında panelden çok sıkılan (ve bunu belli eden) fosforlu yeşil tırnaklı bir Güney Afrikalı kadın şair ( bu arada ilk gördüğümde dj sanmıştım kendisini) ve konuşmayı yazmaktan çok sevdiği belli olan bir Bengal şair vardı. Onlar da beni şiir ile barıştıramadı. Kısmet...

Günün özeti gençler, ben bu tip etkinlikleri özlemişim. Çimenlerde oturup kahve içmeyi, bir şey düşünmeden etrafı seyretmeyi, kitapları karıştırmayı... Uzun bir zamandan sonra burada kendimi en normal hissettiğim gündü. O yüzden en başta yazdığımı tekrarlayayım: içinde yaşadığımız şehre şans vermek lazım. Belki de o bize dar gözüken alanlarımızı kendimiz daraltıyoruz. Konfor takıntımız, önyargılarımız ve meraksızlığımız ile...

Not: festivalden fotolar instagram-hikayeler'de : elvan_tuncer

20 Ekim 2016 Perşembe

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA: TAYLAND SERİSİ

Barika'nın kuyusu: BARİKA ASYA'DA: TAYLAND SERİSİ: Bir yerinden denize bağlanan tüm kara parçalarına saygımız sonsuzken adaların yerinin ayrı olduğunu söylememize gerek yok sanırım. Kıtanın...

BARİKA ASYA'DA: TAYLAND SERİSİ


Bir yerinden denize bağlanan tüm kara parçalarına saygımız sonsuzken adaların yerinin ayrı olduğunu söylememize gerek yok sanırım. Kıtanın bu tarafına geldiğimden beri Portekizli denizciler gibi ada keşfetmeye çalışıp durmam da bundan. Bu sefer de sizlere Tayland'ın yeşilimsi sularından sesleniyorum.

Her yolculuğumuzda hava alanında bir macera yaşamazsak (pasaportsuz kalmak, elinde koca bavulla bagaj hakkı almadığını fark etmek, aktarma uçuşunun saatini kaçıracak rötara kalmak, falan filan) olmaz diye Phuket hava alanı da elinden geleni yaptı sağ olsun. O kadar seyahatten, ülkeden sonra ilk defa burada elimde Türk pasaportu var diye beni bir saatten fazla tuttular. Yok efendim dönüş biletin nerede, yok efendim kaç gün kalacaksın, nerede kalacaksın, ne yapacaksın? Hayır 51.Bölge'ye değil Phuket'e giriyoruz, bu neyin sorgusu! Arkamda yüz kişilik bir Rus turist ordusu var onlara sor bakayım Phuket'de ne yapacaklarmış, tövbe tövbe! Peki dedim "bi bize mi, biz Türklere mi bu tavrınız?" ; yok İranlılara da yapıyoruz cevabını alınca kendimi daha iyi (!) hissettim bir anda. O bir saatlik debelenmeden sonra nihayet hava alanından (iki kere yanlış kapıdan girip çıktıktan sonra) çıkınca şehir merkezine gidecek otobüsü kaçırdığımı öğrendim. Tipik yol durumlarım işte, uçaktan indikten üç saat sonra nihayet şehir merkezindeydim.

Phuket'de kalmadım, görmedim, anlatacak bir şeyim yok, bi tek iskelesini tanıyorum, merak eden olursa sorsun anlatırım. Ama Phi Phi'yi anlatabilirim.

Phi Phi Adası deyince sanırım bir çoğunuzun aklına tsunami (tsunami deyince de Aysu Kayacı) gelecektir. Ada, 2004 yılında yaşanan tsunami felaketi ile yerle bir olmuş. Uzun bir toparlanma ve inşaat sürecinden sonra yeniden turizme açılmış ama fark ettik ki bununla beraber betonlaşmaya da açılmış. Adanın her yerinden "resort" denilen betonarme lüks oteller çıkıyor. Tropik ada dediğinizde aklınıza gelecek ilk şey bu olmadığı için de gözü rahatsız ediyor. Zaten eşyanın tabiatına aykırı bi kere!

Adanın mihenk taşlarına gelince; (hala izlemediğim) The Beach filminin geçtiği Maya Bay, adanın merkezi olan ve baya şehir merkezi gibi kocaman olan Ton Sai, tırmanıp tepeden tüm adayı izleyebildiğiniz seyir noktası, kola ve cips bağımlısı maymunların yaşadığı Monkey Beach, snorkelle balıkları izleyebildiğiniz adını aklımda tutamadığım koylar...

Bunların içinde herkesin koşarak gittiği ve sanırım bir tür Phi Phi hacısı olduğu Maya Bay o kadar kalabalıktı ki; şu anda yüksek sezonunu yaşamadığı söylenen ada, o döneme geldiğinde o kadar tekne ve o kadar insan nereye ve nasıl sığıyor merak ediyorum.

Gece hayatı mı? Barlar, klupler, partiler, alkol su olup akıyor.................... du ta ki kral hayatını kaybedene kadar. Yaklaşık yetmiş yıldır tahtta olan ve halkı için bir kraldan çok bir baba konumundaki Tayland kralı Bhumibol Adulyadej bizim adaya inişimizin ikinci günü seksen sekiz yaşında vefat edince bütün ülke uzun bir yas dönemine girdi.
Uzun derken en az bir aydan bahsediyoruz. Doğal olarak bir çok etkinlik, parti vs iptal edildi. Parti adası olarak bilinen adaya eğlence umuduyla gelen genç güruhun bu haberi alınca nasıl aval aval ortalarda gezdiğini görmeliydiniz. Biz de kaldırımda oturmuş, etrafımızdaki kepenkler bir bir kapanırken elimizde birayla bu çocukların empati yoksunluğunu ve çaresizliğini izliyorduk.

Uzatmayalım. Ertesi gün feribotla Railay'a geçtik.

Railay, aslında Krabi ile Ao Nang arasında kalan bir yarım ada. En önemli özelliği ise yapısı nedeniyle dünyanın dört bir yanından tırmanışçıları kendisine çekmesi. Sanki bir pastayı dilimlere ayırmışsınız gibi denizin üzerine dağılmış dev kayaların üzerinde her milletten insan var. İpini kapan gelmiş. Sırf onları seyrederek bile gününüzü geçirebilirsiniz.



Ama yok ben illa yüzeceğim diyorsanız saatini iyi kollayın derim. Çünkü gel-git nedir ben o adada öğrendim. Sabah deniz olduğu yerde dururken, öğlen olduğunda aynı deniz almış başını metrelerce öteye gitmişti. Bu durumda normalde denizin dibinde olan kayalar, kumlar, taşlar, yengeçler güneşin altına boylu boyunca yatı veriyorlar. Ta ki su yeniden yükselene kadar.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, Railay'da son zamanlarda gördüğüm en güzel duvar işlerini gördüm. Sahilden içeri doğru uzanan yolu çevreleyen duvarın üzerinde o kadar güzel grafitiler, yazılamalar, çizimler vardı ki; tüm duvarı fotoğraflasam olurdu.

Bütün bu doğal -ya da değil- güzelliklerin dışında yeniden seyahat etmenin en güzel tarafı benim için hala insanlarla tanışmak sanırım. Bir sürü milletten, bir sürü ırktan, farklı insanla muhabbet edebilmek. Onlardan feyz almak, hikayelerini dinlemek, dünya görüşlerini karşılaştırmak, yaptıklarına hayran olmak.
Ben yine şanslıydım. Sadece adalar boyunca tanıştığım insanlardan değil yol boyunca yanında olduğum insandan da ötürü. Bir yılını tamamladığı dünya turunun dört gününe fasulyeden yancı olduğum Turko ( ne yapıyor ne diyor buradan bakabilirsiniz :  https://www.facebook.com/letsgoturko/?fref=ts  ), yoluna kaldığı yerden devam ediyor. Benim içinse tanıştığım en güzel ve özel insanlardan biri olarak haneye yazıldı...







18 Eylül 2016 Pazar

Barika'nın kuyusu: SMOKİNLİ EZİKBÖCEK

Barika'nın kuyusu: SMOKİNLİ EZİKBÖCEK: Ekmek almaya gönderilmekten nefret ederdi. Poligon'un oradaki dördüncü (sanırım) evimizin iki apartman ötesinde hemen köşede bir bak...

SMOKİNLİ EZİKBÖCEK


Ekmek almaya gönderilmekten nefret ederdi. Poligon'un oradaki dördüncü (sanırım) evimizin iki apartman ötesinde hemen köşede bir bakkal vardı ama oraya kadar gitmeye bile üşenirdi. Genel olarak üşenirdi zaten. Yıllar sonra İstanbul'da o dubleks evi tuttuğumuzdaki sevinci iki ay sonra "ya ikide bir merdiven inip çıkmak nedir ya?!" ya dönüşmüştü.
Küçükken üzerine ne giyse pijamasının içine sokardı.
Sucuklu kuru fasulyenin önce kuru fasulyesini yer, sucuklarını sona bırakır, onları en son keyifle yavaş yavaş yerdi.
Börek çörek yapılırken kedi gibi mutfakta gezer, çiğ yufkaları toplardı.
Annemin şekerparesine hiç dayanamaz, mutfağa gire-çıka tepsinin yarısını gümletirdi.
Çocukken hiç bağırmaz, ağlamaz, kendi halinde oyun oynar, oyalanırdı. Bunca sene sonra bile hala bir gece yarısı sokaktan eve döndüğümde onu play station başında bulurdum.
Hakkında emin olmadığı bilmediği konularda konuşmaz. Bilmek istediklerini de öğrenir. "Bu çocuk bunu nereden biliyor" dediğim o kadar çok şey bilir ki beni yaşımdan utandırır. Ama iş bildiklerine gelince ukalanın tekidir.
Çok sevse de sevdiğinin gösterdiği kadarı en klişe tabirle buzdağının ucu gibidir.
Hızlıca parlayıverir ama daha alevi renk almadan söner.
Hatalıysa ya da artık sakinleşmişse benden özür dilemesinin yolu saçımı çekmek, sırtıma ya da omzuma vurmak olmadı çekme takmaktır. Bu dışarıdan primitif gözüken hareketler, bizim bildiğimiz, ikimizin de anladığı dildir.
En zor yollardan sınanmış dayanaklılığı, soğukkanlılığı ve desteği benim için hayatımdaki en büyük güvendir.

Artık otuzuna gelmiş bu koca çocuk bundan on beş gün önce evlendi. Kendi gibi güzel başka bir çocukla...

Nasıl oldu ben de bilmiyorum. Bu çocuklar, kendi kendilerine bir ev kurdular. Bol eğlenceli, oynamalı zıplamalı -hem de bir değil- iki düğün organize ettiler. Bütün geleneklerle, pürüzlerle, ıvır zıvırla baş ettiler. Bize sadece işlerin ucundan tutmak kaldı, elimiz yettiğince...

Ailenin en aklı başında üyesi olarak, hepimizden çok ayağı yere basanı olarak, sorumlukların altından kalkacağına inancım sonsuz.

Ve daha önemlisi, ikisini o pistte dans ederken gördüm ki isteyip de birbirlerine uyum sağlayamayacakları bir şey yok.

İki kişi için olandan farklı ve yeni bir hayat başlıyor gözlerimizin önünde. Benimse içim daha rahat artık ve bugün dönerken çantamda bir ev anahtarım daha var...






21 Ağustos 2016 Pazar

YARA

Yara nedir biliyor musunuz, yani tıbbi olarak? Kaynaklar diyor ki:

Yara, deride veya bir başka organda doku bütünlüğünün bozulmasıdır.

Çok net değil mi, doku "bütünlüğünün" bozulması. Peki nasıl iyileşir onu biliyor musunuz?

Yara iyileşmesi; organizmanın, herhangi bir yerinde oluşmuş doku bütünlüğü bozulmasına karşı homeostazisi yeniden oluşturmak için topyekün verdiği karmaşık bir cevaptır.

Bu daha az net olabilir, sadeleştireyim: Organizmanın, bozulan doku bütünlüğünü yeniden oluşturmak için yani açılan yarayı kapatmak için "hep birlikte" çalışmasıdır.

Bir yeriniz kesildiğinde kesilen yerde hemen bir faaliyet başlar, damarlan önce büzüşür ki kanama dursun. Sonra kollajen lifleri salgılanıp yaranın kenarları birbirine yapışır. Deri hücreleri bir araya gelip yarayı kapatmaya başlarlar. "Sen gelme sen bizden değilsin" demez hiç bir hücre birbirine ya da beyaz hücreler kırmızı hücreleri istememezlik edemez ki o yara kapanabilsin. Sonuçta vücut aynı vücut, o yara da aynı vücutta, senle o, ötekiyle beriki bir araya gelmeden nasıl kapanacak? Diyelim ki hücreler kendi kavgasına daldı, yara açık kaldı, ne olur?

Açık kalan yara iltihap toplar. İltihap da hem yaranın iyileşmesini geciktirir hem de olması gerekenden daha büyük ve deforme bir iz ile kapanmasına neden olur. Ha bu arada açık kalan yaraya dışarıdan bakteriler hücum eder. Vücut yarasının yanında bir de enfeksiyonla uğraşmak zorunda kalır. 

O yüzden vücudunu azıcık olsun seven hücreler kavga etmez bir zahmet bir araya gelir ki içi iltihapla dolmadan yara kapansın.

Yavaştan oluşan ilk iyileşme dokusu pembe renkli ve hassastır. Her an yeniden kanayabilir. O yüzden bir araya gelmiş o hücreler birbirine tam olarak kaynayana kadar dışarıdan bir müdahaleye ve strese maruz kalmamalıdır. Aşırı yara gerilimi ya da yara üzerine uygulanan mekanik stresler yaranın yenide açılmasına neden olur. Onca çaba boşa gider, en başa dönülür.

Yani tüm olay hücrelerin bir araya gelmesinde. Bir araya gelince kapatamayacakları yara yok. Çünkü hücreler bir kere gerçekten birbirine tutundu mu bir daha kopmaz. Bir araya gelmedikleri sürece de okuyup üfleseniz bile hiçbir yara kapanmaz...



18 Temmuz 2016 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: NEHİRDEKİ BALIKLAR

Barika'nın kuyusu: NEHİRDEKİ BALIKLAR: 1 Temmuz 2016 akşamı, bir buçuk yıldır yaşadığım Dhaka'da, bir restorana teröristlerin yaptığı baskın sonucu bir çoğu yabancı uyruklu 2...

NEHİRDEKİ BALIKLAR

1 Temmuz 2016 akşamı, bir buçuk yıldır yaşadığım Dhaka'da, bir restorana teröristlerin yaptığı baskın sonucu bir çoğu yabancı uyruklu 20 kişi kılıçtan geçirilerek (en sade anlatımı ile) öldürüldü. O gün ben Kamboçya'ya uçuyordum ve kendi ülkemde, İstanbul'da hava alanında bomba patlayalı sadece bir kaç gün olmuştu.

Tatil boyunca, bugüne kadar güvende olduğumu hissettiğim ve aklıma hiç bu tür eylem olasılıklarını getirmediğim, hatta Türkiye ile kıyasladığımda neredeyse güvenliğimi bir tık yukarı çektiğim ülkeye dönünce "durum ne olacak" ı düşündüm. Beklediğimiz gibi oldu: yabancı uyruklular için küçük çapta bir sıkı yönetim, hareket kısıtlılığı (biz buna evden işe işten eve diyoruz) ve etrafta silahlı adamlar.

15 Temmuz 2016'yı 16 Temmuz'a bağlayan sabaha karşı saat 4'de su içmek için uyandığımda telefonumda 450 (abartmıyorum) mesaj vardı. Son zamanlarda tecrübe ettiğim üzere telefonumda ne kadar mesaj varsa ortalık o kadar karışmış demekti. Nitekim de karışmıştı. Ama bu sefer Türkiye'de!

Bunca kilometre öteden kardeşimin, babamın, ailemin, sevdiklerimin iyi olup olmadığını anlamak, o anda ülkede gerçekten ne olduğunu anlamaya çalışmak, bomba-çatışma-F16 ların uçuşu gibi şeyleri okuyunca kafayı yememeye çalışmak çok kolay olmadı. En son sabah altı civarı, yağan sağanak yağmurda balkon kapısını önüne çökmüş sinirden ağlıyordum.

Doğduğun yerin de doyduğun yerin de bir anda sihrini kaybetmesi, yerinin yurdunun silikleşmesi hissi gelip oturdu o gece içime. Hani ortada kalmışsın gibi... Ben hep yüzümü karartmamayı, ne olursa olsun sakin kalmayı, kasvete kapılmamayı düstur edindim kendime. Şartlar bizi ne kadar zorlarsa zorlasın bir şekilde nefes alacak açıklık varsa almak gerektiğini düşündüm. Geçmiş zaman kullandığıma bakmayın, hala öyle düşünüyorum. Hala yüzümü karartmıyorum.

Yaşanan olaylar ile ilgili hepimiz çok fazla yazdık çizdik okuduk, daha da söyleyecek (farklı) bir şeyim yok benim... Aşağı yukarı bir çoğumuz aynı yerdeyiz. Nereden gelirse gelsin şiddetin, baskının, dayatmanın karşısında durmaya çalışıyoruz. Bunun elimizdeki tek ortak payda olduğunu bildiğimiz halde bunu bile ayrıştırmaya çalışıyoruz ki o ayrı mesele. Ve aslında en önemli mesele. Bizi bir tutacak tek şeyi bizi ayırması için kullanıyoruz...

Bugünden sonra Türkiye'de ya da Bangladeş'te ne olacak kısmı biraz(!) puslu. Ya da ben nerede olacağım ve ne yapacağım kısmı ki sanırım bulutlarını açmaya çalıştığım ilk yer orası. İç huzurunuz olmadan nerede olduğunuzun da ne yaptığınızın da bir önemi yok aslına bakarsanız. O yüzden önce bunun peşine düşmek lazım.

"E ne yapacaksın" derseniz...

Bu sabah, evimin arkasındaki nehri seyrettim. Yağmur çiseliyordu ve nehirdeki balıklar pıtır pıtır zıplıyorlardı. Öyle üç beş de değil onlarca balık! O kadar komik görünüyorlardı ki; ben de belki daha çok balık seyrederim diye düşündüm, daha çok nehirde daha çok balık...






6 Haziran 2016 Pazartesi

OSLO'DAN VİETNAM SAHİLLERİNE



Uzun zamandır okuduklarımızla ilgili yazmamışız, yazalım dedim.

Bangladeş'te olmanın bana en büyük faydalarından biri okuma şansımı arttırması oldu. Şöyle ki, burada iş yeri ile evin arası aşırı trafikte bile yarım saat olduğu için eve gelme saatiniz; size yatana kadar bir şeyler yapma fırsatı verecek kadar iyi. Fabrika ziyaretlerinde de en kısa yol 2 saat sürdüğü için yine okumak için ekstra zamanınız oluyor. Tek sorun kitaba ulaşmak. Oradan buraya valizlerle taşıdıklarımın sayısı, aynı valizlerde domates salçası, Ezine peyniri, Marmarabirlik zeytin poşeti gibi şeylerde olduğu için sınırlı oluyor. Ve ben -evet hala- ille de basılı bir şey olsun, sayfalarını çevirebileyim, elime gelsin (ne demekse) falan diye e-kitap konusunda sınırlı bir insanım. Ama bunu da aşacağım, el mecbur. Her yere otuz kilo saman kağıdına baskı hikayeler taşıyarak gidemem. Gidemiyorum da...

Son zamanlarda internet üzeriden alıp Türkiye'den gelenlere getirtmeye çalışıyorum. Bu da bir tür taşıma su tabi. Şu meşhur ev kapatma seremonisinde iki koca kitaplık dolusu kitap gitti. Nereye gitti inanın bilmiyorum, sormaya da korkuyorum. Kendimi, "onlar hala basılan, bugün gitsen herhangi bir kitapçıda bulabileceğin kitaplar hayatım, zaten okudun daha ne yapacaksın" diye avutuyorum. Tabi Sefiller'i dört kere okuyan biri için bu "zaten okudun" kısmı çok etkili olmuyor.
Neyse... 

Elimizden son zamanlarda geçenlere gelirsek, en son tatilde okuduğum Irvin Yalom (Nietzsche Ağladığında'nın yazarı diyeyim de o kimdi ya diye ıkınanlar rahatlasın) 'un Günübirlik Hikayeler kitabı var mesela. Ölüm korkusu kaynaklı depresyonlardan muzdarip hastalarının hikayelerini baz alan yazarımız -ki kendisi bu kitabı yazarken 82 yaşında olduğu için normal diyelim- pek de eğlenceli  (neden acaba?) bir kitap yazmamış. Eğlenmek mesele değil de bir yerden sonra tüm hikayeler aynı yere bağlandığı için insan bir "tamam anladık" pozisyonuna gelebiliyor. Ama faydası olmadı mı, oldu bana Marcus Aurelius'u tanıttı (o konuya ayrıca değineceğiz, vakit var). Zaten benim tatil kitabı seçmek konusunda biraz beceriksiz olduğum kesin. Bir önceki tatile de Goethe'nin Genç Werther'in Acıları kitabı ile gitmiştim. Kop Phangan adasında millet after party sonrası kumlarda sızarken ben Werther'in acılarından kendimi kahveye vuruyordum. Bir sonraki tatile de olmadı Sylvia Plath falan alırım artık yanıma. Tövbe tövbe...

Nemesis, Jo Nesbo (aslında sondaki O harfinin ortasından bir çizgi geçmesi lazım ama Türkçe klavye ile zor o iş). Son zamanlarda kafayı taktığım İskandinav polisiyelerinden biri. Oslo'da geçen hikayede yazarın yarattığı Harry Hole karakteri tipik bir İskandinav polisine göre daha tepkisel. Soğukkanlı ama nemrut cinsinden değil, duyguları var, belli de ediyor kendince. Kitap birden fazla hikaye ve ana düzlemde paralel iki ana konu işliyor. Gayet akıcı ve -polisiyeler için en önemli şeylerden biri- akılcı bir anlatımı var. Bittiğinde ana konulardan biri çözülmüştü, diğeri ise karakterin devam ettiği bir sonraki kitaba taşınmış ki o bende yok. Bana hediye falan almak isteyen olursa bir sonraki kitabı Marekors'u alıp gönderebilir. Başka kitaplar da gönderebilirsiniz, sıkıntı değil.

Gelelim Trevanian'dan Katya'nın Yazı'na. Trevanian (ya da asıl adı ile Rodnay William Whitaker) ile ilişkimiz yıllar önce okuduğum Şibumi kadar. Bu ikisini de okuyan arkadaşlar bana bir dönüversin bi zahmet, ben mi yanlış anladım: bu iki kitabı yazan da gerçekten aynı adam olabilir mi yahu? Anlatım tarzı, anlattığı hikaye, karakterler sanki farklı kalemlerden çıkmış gibi. Tamam, bu sefer de kitabın sonuna kadar tasvirlere boğduğu bizleri lök diye bir finalle aptal ediyor, etmiyor değil ama işte... Bir de Katya'nın Yazı geçtiği belirtilen zaman diliminin içine oturmuyor sanki, oradan taşıyor, zamansız bir yere geçiyor. Yine de o zeka pırıltısı her yerinden sızıyor tabi ki... 
"Dedikodu bizim kadınlarımıza günahın tadını çıkarma olanağı verir. Kendi işlemeyecekleri, işleyemeyecekleri günahlar. Çünkü onları cesaretsizlikleri, hayal güçlerinin eksikliği ve fırsatsızlık engelliyor. Biz de bu eksikliklere namus diyoruz."

Şu aralarsa elimde Nelson Demille'in (General'in Kızı'nın yazarı, hani filminde John Travolta oynamıştı)Yukarı Ülke'si var. Yani yine polisiye-casus romanlarına döndüm. Seviyorum ne yapayım... Bu kitabın bir özelliği daha var: kendisi bir tür Vietnam rehberi. Vietnam'da savaşmış eski bir askeri istihbarat subayı bir mektubun sırrını çözmek için yıllar sonra ülkeye geri dönüyor. Ho Chi Minh'de başlayan yolculuk deniz kıyısına indi, şimdi daha da içerilere gideceğiz. Gezdikleri her yeri kullandıkları taşıtlardan neye ne kadar para verdiklerine, ne yiyip ne içtiklerine, siklolarla nasıl pazarlık edildiğine kadar her şeyi anlatıyor. Ciddi ciddi Vietnam'a giderken kitabı yanıma almayı düşünüyorum. Tek sorun 780 sayfa civarında ve tuğla kadar kalın olduğu için valizi kaplayacak olması... Böyle kitapların baya faydalı olduğuna inanıyorum. Mesela Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ı da tam tekmil bir Konya rehberi olabilir. 

Kitap bitince size sonunu söylerim. Şaka lan söylemem, siz de bana söylemeyin. 

Ps: Yazının üstündeki resim "siklo neymiş yahu" diyenler için gelsin.




31 Mayıs 2016 Salı

BİTMEYEN SENFONİ'YE BANGLADEŞ YORUMU



Hintliler'den eşya almayın!

Biraz ırkçı bir başlangıç oldu evet ama siz almayın, beni dinleyin. Neden bu konuya geldik, ne halt yiyorsun oralarda sorularınızı cevaplayacağım hemen. İstanbul'daki on senelik ev taşıma maceralarımdan sonra sıra Bangladeş'e geldi. Taşınıyorum! Yine...  Son yılların en deli işlerinden birine kalkıştığım için sizi yeni maceralara gark edeceğimden emin olabilirsiniz.

Yerleşik hayat geçmekle ilgili sorunlarım olduğu; şehir, ev, ülke değiştirmeye yatkınlığım nedeniyle bilinen bir şey. Bu konularda ne kadar bahtsız olduğum da yıllardır yazdıklarımdan ötürü ortada sanırım:

http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2011/05/tasima-suyla-degirmen-cevirmeceler.html

http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2013/01/tasi-tasi-nereye-kadar.html

Neyse, bu sefer başımıza neler geleceği hepten meçhul. Ama başladık bir kere...

Bir senenin sonunda şirketin evinden çıkıp kendi evime geçmeye (rahat battı çünkü evet) ve yeniden tek başıma yaşamaya (alışkanlık işte ne yapalım) karar verince tası tarağı (sanırsın ki eşyası var, hakkaten bi tas bir de tarak var elimizde o kadar) toplayıp bir ev bulduk. Evi bulma konusunda şansım yaver gitti (bir de Önal sağ olsun) ve  kendi ölçülerime göre (çünkü bu mübarek Dhaka'da evler iç güveysi alan ailelerin ölçülerine göre yapılmış) iki oda bir salonumsu bi ev buldum. Daha da güzeli balkonu var (İzmirli takıntısı)!

Hafta sonu şimdiki ev arkadaşım Nurc'la beraber dört saat banyoları sildikten sonra kalan kısmı da bu yakınlarda bitirmeyi umuyoruz. Geriye oturmak için koltuk, yemek pişirmek için ocak, bardak çanak koymak için masa bulmak kaldı. Çok bir şey değil yani... Bugün bir marangozla görüşeceğim (daha önce hiç bir marangozla görüşmemiştim çok heyecanlıyım. İçlerinden biri zamanında peygamber olmuştu ya düşünün nasıl bir meslek grubu!) eve bakıp ölçülere göre ne yapabilirizi söyleyecek bana. Ben de size söylerim merak etmeyin. Ama o salona ölçü almak zaten otuz saniye falan alır.

Şimdilik durum bu kadar. Evde sadece buzdolabı, çamaşır suyu, vim deterjan, bulaşık eldiveni ve bir koli içme suyu var. Yine de gelmek isterseniz beklerim.

Not: Gelirken iki minder alıp gelin de fayansa oturup cırcır olmayın.





7 Mayıs 2016 Cumartesi

Barika'nın kuyusu: BORCAM

Barika'nın kuyusu: BORCAM: Bir Mayıs ayının ikinci pazarı daha geldi çattı. Size bir önerim var: annenize Borcam almayın, olur mu? Onun yerine onu alıp bir ...

BORCAM



Bir Mayıs ayının ikinci pazarı daha geldi çattı. Size bir önerim var: annenize Borcam almayın, olur mu?

Onun yerine onu alıp bir yemeğe götürün mesela. En sevdiği yemek neyse onu ısmarlayın. Ya da hiç gitmediği lüks bir restorana götürün, arkadaşlarına anlatsın dursun. "Ay beni bir yere götürdü bizimki"...

Deniz kıyısına gidin, kıyıya en yakın masada balık yiyin, beraber ayaklarınızı suya sokun. Üşütmeyeceğinize emin olduğunuzu ve çantanızda yedek çoraplarınız olduğunu belirtmeyi unutmayın.

Ağaçlarla ve çiçeklerle kaplı bir parkta piknik yapın (İstanbullular biraz hayal güçlerini kullansın). Mangal falan yakmayın! Plastik bardaklarla tabaklarla yiyin ki bulaşık mevzusu dahi açılmasın. 

Sinemaya gidin. Vurdulu kırdılı mı ister ağlamalı sızlamalı mı ister bilmem -ama siz bilin- bir film seçin. Kocaman patlamış mısırları ellerinizi batıra batıra yiyin. Sonra da kendisine kolonyalı mendil ikram edip gönlünü çalabilirsiniz.

Başka bir ülkeye gidin beraber mesela. Vizeli, vizesiz, bir sürü seçeneğiniz var. Uçak biletleri eskisi gibi pahalı değil. Uzun uzun uçmaya da gerek yok. Başka bir ülkede bir kahve ısmarlayın ona; bir göle ya da bir katedrale ya da bir meydana bakarken... Beraber ecnebilerin dedikodusunu yapın. 

Olmadı başka şehre gidin! Antep'te Halil Usta'da küşleme yedirin  ya da Hatay'da künefe. Antalya'da falezlere bakarak kahvaltı edin ya da Trabzon'da Sümela'ya çıkın.

Demem o ki, anı yaratın, hatıra bırakın kendinize. O borcam ancak ona yine sizin için bir şeyler yapmayı hatırlatacak, onun yerine siz onun için bir şeyler yapın. Daha doğrusu beraber bir şeyler yapın! İlla o borcamı alacaksanız, annenizle beraber patlıcan oturtma yapın o zaman! ama beraber yapın... Çünkü bir gün, o anılara o kadar ihtiyacınız oluyor ki; bunu anlatacak kelime dağarcığı dünyanın en eski dillerinden olan Sanskritçe'de bile yok!




29 Nisan 2016 Cuma

Barika'nın kuyusu: MADDE BAĞIMLILIĞI ÜZERİNE (SON KANEPE)

Barika'nın kuyusu: MADDE BAĞIMLILIĞI ÜZERİNE (SON KANEPE): Başlığa bakıp kafanızda kristaller yaratmanıza gerek yok, madde bağımlılığının o anladığınız halindeki maddelerinden en fazla bir fırt ...

MADDE BAĞIMLILIĞI ÜZERİNE (SON KANEPE)



Başlığa bakıp kafanızda kristaller yaratmanıza gerek yok, madde bağımlılığının o anladığınız halindeki maddelerinden en fazla bir fırt sigara çekmişliğim var (bir de "karnım aç benim" diyerek otlu kek yemişliğim var ama cahilliğime verin) o kadar. Bu bahsettiğim; hepimizde olan cinsten bir bağımlılık.

Asya'ya geldim aydınlandım iddiasında bulunmayacağım (henüz) ama bakış açımı bir şekilde değiştirdiği hatta belki de geliştirdiği kesin. Farklı yerler görmenin ve farklı insanlar tanımanın en büyük artısı size farkı hayatlar olduğunu göstermesi. Bu hayatta tek bir alternatifiniz olmadığını...

Ama önce başka yerden başlayalım: Dün gece bizim İstanbul'daki evde temizlik vardı. Babam ve erkek kardeşim olacak @ezikböcek ; benim 35 yılda biriktirdiğim her şeyi "bu eskiciye, bu çöpe" şeklinde ayırdı. Şu dünyadan bir Barika geçtiğine dair bir iz kalmadı anasını satayım! Bu ne acımasızlık!
İşte o temizlik boyunca biz telefonda konuştuk. Benim te sekiz yaşında yazmaya başladığım (ve kendisinin okurken inanılmaz eğlendiği) günlükten (sekiz yaşında başladığım bu günlük tutma macerası normalde yirmi üç-yirmi dört yaşlarında bitti ama şimdi bu blogu bu konuda sömürdüğüm için bitmemiş de diyebiliriz), imzalı Mavi Sakal kartpostallarına, ilk çalışmaya başladığım zaman çıkartılan sağlık karnemden ilkokul karnelerime, bugüne kadar oturduğum tüm evlerin kira kontratlarından üniversite laboratuvarında yaptığımız deneylerin kalıntılarına kadar; hayatımdan geçip giden ne varsa saklamışım. Uçak biletleri, faturalar, fişler, üzerine not alınmış peçeteler, kiminle içtiğim bana mesele olmuş bira şişesinin kapağı, kuş tüyleri, kurutulmuş çiçekler, yapraklar, sağa sola çiziktirilmiş yazılar, sayfalarca öyküler, denemeler, fotoğraflar, konser biletleri, maç biletleri hatta sinema biletleri... O kadar çok şeye o kadar çok anlam yüklemişim ki sonunda hiçbir şeyi atamamışım. Bugün, ben o "kirli çıkı" dan 6000 km (evet, yine!) ötedeyken ve gözüm görmezken @ezikböcek eline geçeni attı. Ve ben ona telefonda bana her sorduğu şey için "at!" dedim. At! Şimdi, o evde ne varsa elimden çıkarmaya karar verdim. Koltuklar, masalar, sandalyeler vs...

Bugün yıllar sonra ilk defa bir yerde "evim" yok. Bana ait, tamamen benim bir ev... İçi ben dolu bir yer yok. Bu öyle acıklı falan değil, sadece tuhaf bir his. Olabiliyormuş. Yani illa bir şeylere tutunmasanız da hayatta kalabiliyormuşsunuz. Bunu benden önce ve benden milyonlarca kat daha iyi anlatan canım Palahniuk, Dövüş Kulübü'nde ne demişti:

"Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki; bu, hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur" 

Sahip olduklarınız, sonunda sizin sahibiniz olur...

Benim sahiplik duygum baya bir sekteye uğradı. Elimde tutmak için ısrar ettiğim tek şey fotoğraflarım, ilk günlüğüm ve annemin çeyiz sandığı. E bunun Asya bağlantısı nerede derseniz; örnekleri derim. Başka türlü hayatların da mümkün olabileceğinin örnekleri. Cesareti...

Konfor alanını terk etmek, bu yaşa kadar sizi getiren kültürün size öğrettiği "sahip olmalıyım" güdüsünden sıyrılmak tabi ki kolay değil. Sorun şu ki siz çarkın içinden çıksanız da o çark dönecek. Vazgeçilmez değilsiniz. Karar vermeniz gereken o çarkın içinde kalıp kalmamak. Ve evet o karar da kolay değil. Nietzsche'yi ilk defa okuyacak kişilere "inandıklarının yıkılmasına hazır ol" babında bir laf söylerlermiş ya; o hesap, kolay değil sizi bu yaşa ve buraya kadar getiren içinize işlemiş olan kültürü yok saymak. Tüpsüz suya dalacakmışsınız gibi hissetmeniz normal. Hele de bizim gibi 80 lerde doğmuş, Özal ve serbest ticaret hayalleri ile büyümüş, bu hayatta "yırtmak" en büyük amacı olan bir kuşak için hepten zor. Ama dedim ya, örnekleri var. Kendi kendinize tekrarlayın arada sırada: "Başka bir hayat mümkün!" Ve bilin ki bu doğru...


19 Nisan 2016 Salı

Barika'nın kuyusu: İKİ KİLOMETREKARELİK ADA

Barika'nın kuyusu: İKİ KİLOMETREKARELİK ADA: Öğrenmenin, tecrübe etmenin sonsuz olduğunu bir kere daha pekiştirdiğim günlerden herkese merhaba... Yaş, kimi şairlerce yolun yarısı ola...

İKİ KİLOMETREKARELİK ADA



Öğrenmenin, tecrübe etmenin sonsuz olduğunu bir kere daha pekiştirdiğim günlerden herkese merhaba... Yaş, kimi şairlerce yolun yarısı olarak nitelendirilen yerde olsa da geçen zamanda uzayan insan ömrüne istinaden biraz daha yolumuz var gibi geliyor bana. O yüzden hala ekmek var bize bu dünyada. Yoksa hayatı boyunca toplamda 20 dakika motora binmiş kızın 4 saat motor üzerinde ne işi var?!

Girişi derinden yapıp yüzeye çıkmak gerekirse buraya Kamboçya'nın kuş uçar ama kervan geçmez bir adasından geldik. Ya da halk arasında bilinen adı ile Koh Tonsay'dan. Vikipedi'ye göre kendisi 2 kilometrekarecikmiş. Sağına soluna doğru yürümeye çalıştığımız sırada biz de ne kadar küçük olduğunu fark etmiştik aslında.
Ada bir zamanlar (1950-70 arası) mahkum edilmiş suçlular için bir rehabilitasyon merkeziymiş. Şimdi ise sadece bir kaç lokal balıkçı ailenin yaşadığı az nüfuslu, ıssıza yakın bir yer.

Elektriği, interneti, lüks tesisleri yok ama bambudan bungalovları, karman çorman köklü amorf ağaçları, ay ışığı, yıldızları, köpekleri, tavukları, sabahın körü kapınızın önünde yaygara koparan horozları, dünya tatlısı çocukları -evet Angelina haklısın- , hindistan cevizleri, suda ışıl ışıl parlayan planktonları, dalga sesleri, hamakları, suda zıplayan balıkları ve deniz yıldızları var.

Kendi isteğimle olmasa da mecburen döndüğüm o koca dirsekten sonra ben pek çok şeyin peşini bırakmıştım. Hala arada sırada rüyalarıma giren ve sabahları beni üstümde bir öküz oturuyormuş hissi ile uyandıran geçmiş hesaplaşmaları bırakmak gerekiyordu.Sorgulayarak, hesap ederek bir yere varamayacağımız artık aşikardı. Yaşayacaksak yaşayacaktık; o kadar. Aynı yerde duranınız varsa ya da aynı yerden geçeniniz; tavsiye ederim. Kendinizi alın götürün o adalardan birine. Ya da dur abartmayalım, böyle felsefi, çok içsel bir şeyler mırıldanmak zorunda değilsiniz. Sadece alıp başınızı gitseniz de olur...

"Bugün rüzgar az mı esti çok mu esti" den başka derdiniz olmasın. Seçenekleriniz sınırlı olsun ki seçmek için vakit kaybetmek yerine keyfine bakın gitsin.
Telefonu şarj -şarz da edemeyin- edemeyin ki kim nerede ne yapmış haberiniz olamasın. Fotoğraf çekemeyin ki kafanıza kazınsın.

Tatlı -şekerli değil, tatlı- kahveden, ekmek arası omletten -hayır doğru yazdım-, size bütün olarak gelip masada suratınıza bakan yengeci ellerinizi yırtmadan parçalayıp yemekten -yazarken
baya vahşice geldi ama inanın yaparken de öyle- , en kolay sallanan hamağı bulmaktan, elinizdeki kitabı bitirmekten başka işiniz uğraşınız olmasın. Kumda ip atlayan çocuklarla takılın, farklı ülkelerden gelen yabancılarla tanışın, denizin en güzel anını kollayın, taze meyve sularından için, ne bileyim gidin yaşayın işte!




Bir de benim kadar şanslıysanız size önce bu yolu açan, sonra sizle beraber bu yolu tepen bir yol arkadaşınız da olur. Hatta onunla beraber Şirinler'i bile görebilirsiniz...



Hadi bakayım, şimdi dağılabiliriz.










30 Mart 2016 Çarşamba

KIRK BAHARATLI KARIŞIM

Kaçtır yazayım diye başına oturuyorum yazının hatta kaç tane de yazdım sildim, ı-ıh olmadı. Yıllar var ki -yeterince konuşkan olmama rağmen- pek çok şeyi yazarak daha iyi anlattım. Annemi kızdırıp küstürdüğümde özür dilemek için mektup yazan ben on yıllar sonra aşık olduğum adama derdimi anlatamadığımı fark edince mektup yazıp kapısının altından atmıştım. Zaman, o iflah olmayacakmış gibi duran romantikliği aldı götürdü elbet. Ama elde kalan da fena değil...

Şimdi de içinde birbirinden farklı binlerce hissi aynı anda barındıran bir duygu durumunu yazmaya çalışacağım (hayır aşık falan olmadım). Kardeşim nişanlandı...

Ben de biliyorum ülkemizde ve dünyada günde yüz milyarlarca çiftin nişanlandığını ama benim bir adet erkek kardeşim var ve zaman-uzay tartışmalarına girmeksizin her olay gibi bu da sadece bir kere yaşanabilecek bir olay. Aynı nehirde iki kere yıkanmaya inanmayanlardanız o yüzden adamımsın Heraklitos! Neyse ne diyorduk;

Çocuk takriben 30 yaşında artık ama klişe tabirle bana hala küçük. Haftalar süren konuşmalarda yüzük, nişan, takım elbise gibi başlıkları her atışında bana garip geldi. Bu çocuk daha ne kadar ki yüzük takacak, daha kaç yaşındaki evlenecek ev kuracak... 30 yaşında işte, daha ne olsun!
Yıllar önce üzerine ne giyerse giysin pijamasının içine sokan ( biliyorum, benden nefret edecek bunu söylediğim için), Power Rangers izleyen, sucuklu kuru fasulyenin kuru fasulyesini ayrı sucuğunu ayrı yiyen (bunu hala yapıyor) çocuk, 52 numara takım elbise alacak yaşa -ve kiloya- ne zaman geldi?

Tamam bu duygusal haykırışları bir yana bırakırsak; bu hikayenin şöyle bir tarafı da var: hayat arada hazır gülerken yüzümüze çevirdiği "şans"ı yine çevirdi. Kardeşim, en yakın arkadaşlarımdan birinin kardeşi ile evleniyor. Şöyle düşünün müstakbel gelinle ben, kardeşimle o tatil yapmadan çok önce birlikte tatil yapmıştık (bkz: bilmem kaçıncı Kaş macerası, tepedeki ev). Demem o ki bundan daha tatlı olabilir miydi zaten işler...

Durum analizine gelince, İzmir'den baba-kuzen-dost-arkadaş doluşup üç araba gittiğimiz Denizli memleketinde her şey yolunda gitti. "Kuyumcu açılışından çalmışız gibi" ebatındaki çiçeğimiz, vicdanlı teyzelerin insafları ile az tuz atılan kahvemiz, dedelerimiz ninelerimiz, Beşiktaş - Rize maçının golleri ve çikolata tabağının ortasındaki fıstıklı çikolatalar derken her şey hop dedik oldu bitti. Bize de maşallah demek kaldı.

Ta en başta anlattığım o kırk baharatlı karışım işte bu. "Yeaa ne çok abartıyoruz bu işleri yeaa" diyen ve hatta üzerine benim diyen adama bile karmaşık şeyler hissettirmesi yani... Mutluluğu, gururu, heyecanı, endişesi, sıkıntısı, mide gazı hepsi bir arada. 32 kısım tekmili birden!

Bir de burukluğu, eksikliği... Dilimin ucuna, boğazıma, burnumun direğine kadar gelen eksikliği... Göğsümde oturan eksikliği...
Ama merak etme Anoş, senin için de sarıldım öptüm. Hadi yine iyisin...

Demem o ki, tamamına ermek dileğiyle şimdilik böyle.

Not: İkinci bir emre kadar "darısı başına artık" dilekleri ve "e artık bi Bengalli bulursun sen de kendine" tespitleri yasaklanmıştır! Rica ediyorum dua mı ediyoruz yani şimdi, ne ediyoruz bir tartalım!

 

23 Şubat 2016 Salı

Barika'nın kuyusu: SİNEK KARDEŞİM

Barika'nın kuyusu: SİNEK KARDEŞİM: Tropik iklime sahip ülkelerde yaşamanın bir artısı da bu iklime ait hayvanlarla cebelleşmektir. Artısı dedim evet, bağışıklık denen şe...

SİNEK KARDEŞİM




Tropik iklime sahip ülkelerde yaşamanın bir artısı da bu iklime ait hayvanlarla cebelleşmektir. Artısı dedim evet, bağışıklık denen şey nasıl kazanılıyor sanıyorsunuz?!

Siz öyle aman üzerime sinek konmasın, aman yemeğime toz değmesin, aman gözüme çöp batmasın derken biz yere düşen karpuzu üfleyip yiyorduk. Öyle ıygghsh diyorsuuzn ama günün sonunda minnacık bir mikropla baş edemeyen siz oluyorsunuz. Kendi kendinizi merhum Michael Jackson'un çocuklarını yetiştirdiği steril alanlara hapsetmeyin ki vücudunuz dünya ile barışsın. Çocuğunuza da yapmayın. O çocuklar sonra üflesen zatürre oluyor. Beni de beş yaşıma kadar cam bebek gibi yetiştirmişler ama sonra ben kendimi o kadar bozmuşum ki; şimdi sokağa bıraksan bile belli bir dayanma sürem var.

İşte benim bu hali hazırda dünyayla barışık vücudum için tropik cins hayvanlar yeni bir aşama oluyor. Korkmayın bir maymun ya da bir yılan tarafından saldırıya uğramadım; henüz...
Geçen akşam oturduğum yerde iki dizimin birden -ama sadece dizlerimin- istilaya uğrayıp isilik döker gibi kızardığını görünce dedim ki bu sivrisinek hayvanları hakikaten tuhaf.
Behey sinek kardeşim! Madem o elbisenin altından o bacağa ulaştın, homojen çalış biraz, eşitlikçi ol, adaletli ol. Allah bir metre bacak vermiş (söylemesi ayıp biraz uzundur da bacaklarım) ne diye o kemikli dize yığıldın kaldın? Şimdi çıplak bacak bakınca dizlerim kızamık çıkarmış gibi duruyor.

Ama burada sinek cins cins. Mesela bir de ısırdığı yer kabarıp bir hafta inmeyen cinsi var. Böyle parmağını bastırmışsın da izi kalmış gibi kırmızı bir yuvarlak oluşuyor, daha da kalkmıyor yerinden. Ben ki sinek ısırmaması ile övünürüm -meşhur Yunanistan tatilimiz hariç, sayın @obsesifmakinist hatırlar bileğimde çıkan su torbasını- beni bile yiyor bunlar. Düşünün ne kadar açlar!

Bir de tembeller. Valla... Bazıları etrafta o kadar yavaş uçuyor ki resmen "öldür beni!" diye bağırıyor. Ya depresyondalar ya da mazoşistler. Bilemedim.... O yüzden burada elinde elektrikli raketlerle (yok tam anladığınız gibi, tenis raketi düşünün ama tellerinin içinde hafif bir elektrik akımı var- sinek avlayan ve her cızırtıda mutlu olan insanlar görünce yadırgamayın. İçlerinde bir sadist -tamam aletin tasvirinde bakınca biraz sadistçe ama-  yatmıyor, sadece kendilerini savunuyorlar, korkmayın.

Kan grubu ile ilgili olduğuna dair rivayetlerle ilgili de bir çift lafım var: bu memlekette tanıdığım insanların hepsinin kan grubu farklı ve hepsi ısırılıyor. Yani tahtadan rivayet uydurmayın.

Neyse hep deniz-kum-güneş anlatacak değiliz ya, bu şekil durumlar da var, bilin istedim.
Esen kalın.

Not: Resim, çocukluğumuzun en iğrenç filmlerinden biri olan Sinek (Fly) filminden, hadi iyi kabuslar.

12 Şubat 2016 Cuma

ASYA'DAN BİR PARÇA DAHA...


Bir Asya gezisinden daha hepinize merhaba!

Nüfusunun neredeyse %90 ı Müslüman olan Bangladeş, Noel'de resmi tatil yapınca  (bu arada aşırı hoşgörülü Türkiye'de Noel Baba kovalıyorlardı sanırım) ve bu da hafta sonuna doğru denk gelince elimizde yoktan bir dört günlük tatil oldu. Bunu değerlendirmek için -üç kişi planlayıp tek kişi gittiğim- Tayland’ın bir takım adaları, bir takım hava alanları ve bir takım iskeleleri arasında geçen tatilden neler öğrendim, sizinle paylaşayım dedim. 

Yeni maceramız önce Bangkok’a sonra Koh Samui adasına uçarak, oradan da tekneyle Koh Phangan’a  geçerek (bitmiyor arkadaş!) başladı.

Bir önceki gezide denize, tropik manzaralara ve doğaya doymamış olsam bir şey ifade edebilecekken bu nedenle çok da edemeyen denizi (iki günde müşkülpesent oldum yahu), bitmeyen dalgaları (şans işte),  uçsuz bucaksız palmiye ağaçları, filleri, maymunları, tuhaf yemekleri (bana bile tuhaf) ve ne olduğu belirsiz kalabalığı ile beni karşılayan Koh Phangan, Tayland’ın Bangkok’a 744 km uzaklıkta, normal nüfusu 11.000 civarında, anormal nüfusu ölçülemeyen popüler adalardan biri.
 
Backpacker denen şu sırtında dünyayı taşıyan evsiz kılıklı (bakmayın öyle dediğime seviyorum kerataları, çok eğlenceliler) turist güruhunun mabedlerinden olan ada hayli eğlenceli. O kadar ki bir ayın her gecesi için ayrı ayrı parti bahaneleri yaratmışlar: Full Moon, Half Moon, Jungle, Water Fall, falan filan… Hazır oradayken adına Full Moon Party dedikleri, “madem dolunay çıkmış, vücudumuzu neon boyalarla boyayıp, deli gibi içip dağıtalım” konseptli partiye ben de iştirak etme mutluluğuna kavuştum.  Ama sanırım parti de bana iştirak etti…  Zaten adada yalnız kalmanız mümkün değil. Dünyanın her yerinden, tüm kıtalarından gelen insanlarla kaynaşmanız için bir yerde on dakikadan fazla durmanız yeterli. Sohbeti en kolay olanlar (onlar için beş dakika yeterli) Avustralyalılar, İngilizler (ciddiyim) ve İrlandalılar sanırım. Anlaşması en zor olanlarsa İskoçlar; kişiliklerinden değil, aksanlarından…
Bunun dışında da şeyler var tabi, mesela:
 
-          Adanın her yerinde köpekler var, çoğu da cins ve güzel köpekler.  Bu arada Koh Phangan’da bir hayvan koruma programı da yürütülüyor. Meraklısı için: https://www.facebook.com/PhanganAnimalCare
 
-          Yerel yemekleri “değişik”. Her şeyi yiyen beni bile zorlayan ünlü bir papaya salataları var: Som Tam. Rendelenmiş papaya, domates, sarımsak ve acı biberle yapılıyor. Damağı benden daha geniş olanlara tavsiye ederim. Bir de Hindistan cevizi sütüyle pişirilmiş tavuk çorbası denedim, o fena değil. Macera istemeyenler direk noodle falan da yiyebilir tabi.
 
-          Yerel biraları Chang gayet güzel. Bu arada  not: içki arkadaşı olarak İskoç, İrlandalı ya da İngiliz seçmeyeceksin, seçtiysen de onlara ayak uydurmaya çalışmayacaksın, sen insansın onlar değil, bırak. Adamlar kazana düşmüş, net! Ha bir de dünyanın en yakışıklı erkekleri dünyanın dibinden yani Avustralya’dan geliyor, net!
 
-      Ne kadar farklı ülkelerde yaşasak da yaşadıklarımız o kadar aynı ki, şaşırmamak elde değil. İkinci günün sabahı kolumda kocaman bir yılbaşı ağacı resmi çizili olduğu halde (uzun ve bulanık bir hikaye) kahvaltı yaparken tanıştığım Ukraynalı Paola bana ülkesinde olanları anlattığında bunu daha iyi anladım. Hatta lafın bir yerinde "aslında halk da neler olduğunu tam bilmiyor çünkü televizonlar ve gazeteler asla gerçek haberleri vermiyor" dedi; ben kopmuşum.

      Filleri ne kadar sevdiğimi bir daha hatırladım. O kadar tatlı hayvanlar ki kucaklamak istiyor insan! Ama cüsse farkımız nedeniyle kendisine muz yedirmekle yetinmek zorunda kaldım. Bu arada benim gibi saf, ilk defa Asya gören turistler için "file binmek" etkinliği çok çekici olabiliyor (ben de bindim, yalan değil) ama sonrasında okuduklarım ve öğrendiklerim -aslında şaşırtıcı da değil- bunun zavallı hayvancıklara eziyetten öteye gitmediğini gösterdi. Giderseniz aklınızda olsun, o kocaman şirin hayvanlara binmeyin. Böylece bunun üzerinden para kazanma meselesi zamanla azalarak yok olur belki....
    
  
 
-         Şelale göreceğiz diye 5000 metre tırmanıp Kernek suyu  (bkz: Malatya) kadar bir şey görmek biraz hayal kırıklığı oldu. Tropik adalarda şelale konularını iyi araştırmak lazım.
     
      Anladım ki dünyada ben hariç herkes motor kullanabiliyormuş ya da adaya motor kullanmayı bilmeyeni almıyorlarmış çünkü adada yürüyerek dolaşan bir ben vardım.

-          Hem kadınlarının hem erkeklerinin askerlik yaptığı Israil, adanın Haad Rin kısmını (burası aynı zamanda adanın en hareketli kısmı. Partiler, barlar, falan filan her şey bu tarafta) işgal etmiş. Askerliğini yeni bitirmiş ne kadar genç İsrailli varsa buraya kaçıyor. Bu askerlik sonrası bir takım sendromlar nedeniyle sizin de onlardan kaçmanız gerekebiliyor.
 
-          Kovayla içki içmek nasıl deyim olmaktan çıkıp gerçek olabilir onu da görmüş olduk. Ananem hep “Allah iyi insanlarla karşılatırsın” diye dua eder, çok değerli bir duaymış onu öğrendim. Bu dua tutmamış olsa böbreği adada bırakabilirdik.

        Koh Phangan ‘ın güneyindeki 2 günden sonra pılımı pırtımı toplayıp kuzeyine geçtim. Ada küçük sanmakla hata etmişim, kuzeyine gitmek taksiyle yarım saatten fazla sürdü.Adanın kuzey tarafı olan Thong Nai Pan güneyine göre daha sakin. Denize –ki yine dalgalıydı- girebileceğiniz bir sahili, birkaç güzel resort oteli, restoran ve barların dizli olduğu küçük bir köy meydanı kadar bir meydanı var. Burada tarihin en yavaş Meksika restoranında bir saat bekleyip on beş dakikada yediğim yemekten sonra gittiğim bir Reggae barda kendime ufak bir Birleşmiş Milletler masası kurdum. Güney Afrika, Finlandiya (uzun saçları rastalı bir amca, 15 senedir Tayland’a bu adaya geliyormuş), Almanya, Hollanda (bir saat sonra tüm masaya içki ısmarlayan tatlı bir amca bu da), İsrail (bahsi geçen asker çıkışlılardan 22 yaşında bir velet), Tayland (barın işletmecisi ve yardımcısı kadın, inanılmaz bir espri yetenekleri vardı, tüm masayı kırıp geçirdiler).  Bu sahil, Koh Phangan’daki son duraktı. Dönüş uçağı sabahın köründe olduğu ve ben Koh Samui’deki hava alanına zamanında gidemeyeceğim için ertesi sabah Koh Phangan’dan çıkıp tekneyle Koh Samui’ye döndüm. Zaten biraz daha dönmesem te yukarıda bahsi geçen keratalardan biri olacaktım…
 
Koh Samui, Koh Phangan'a göre daha kalabalık, daha hareketli ve daha karışık. Nedense benim içim çok ısınmadı bu adaya. Mecburi bir günlük ziyaret için internetten şans eseri bulduğum otel, en az para verdiğim ama kaldığım en düzgün otellerden biri oldu. Tabi ilk girdiğimde masada beni karşılayan böcek ölüsü ve cenazeyi kaldırmaya gelen arkadaşlarını temizlettirdikten sonra...
Adanın sahili benim gördüğüm diğer adalara göre çok daha kalabalıktı. Mekanlar, insanlar, seyyar satıcılar, mısırcılar vs derken insanın kafası dönüyor. Deniz -yine- dalgalı olduğu için sahilde çok fazla oyalanmam gerekmedi. Ben de onun yerine sokaklarında yürümeyi seçtim. Ki yürümek, Bangladeş'te yaşarken en çok özlediğim şeylerden biri oluyor.
 
Akşam üstü gün batımını izlemek için çıktığım otelin çatısındaki havuzda orayı işleten Avustralyalı Stuart amca ile tanıştık. O da sekiz ay önce arkadaşı "gel" deyince atlayıp Avustralya'dan buraya gelmiş, otelin barını ve havuzunu işletme işini almış. Tek başıma kalmayayım diye akşam yemeğini benimle yiyip sonra benimle Jenga oynayacak kadar nazik bir adamdı.

Gece sahilde dizili her mekan kendi plaj partisini yaptığı için baya hareketli. Sadece sahil değil, iç taraflarda da o kadar çok mekan var ki; ada mekanlardan oluşmuş gibi! Yani eğlenmek ya da içmek konusunda sıkıntı çekmezsiniz, rahat olun. Ben geceyi ertesi günkü uçuş için erken bitirmek zorunda kaldım ama önlerindeki koca şişeyi benimle paylaşan ve sonra kendilerinden ayrıldığım arkadaşların sabaha kadar devam ettiğine eminim...
 
Sabahın köründe dünyanın en sevimli ve minik hava alanlarından biri olduğunu tahmin ettiğim Koh Samui hava alanından Bangkok'a uçtuktan sonra önümde bir sonraki uçuş için neredeyse 8 saat vardı. Ve Star Wars gösterime girmişti...
Ya ne yapacaktım, tabi ki şehre gidecektim! Sırt çantasını hava alanındaki bagaj odasına emanet edip trene bindim ve yaklaşık yarım saat sonra Bangkok!

Bulduğum ilk AVM ye dalıp sinemayı sordum. Bu arada Bangkok'da her metropol gibi bir AVM cenneti sanırım. Girdiğim sinemada seansın başlamasına 15 dakika vardı. Bileti alıp koşarak içeri girdikten sonrası deri koltuklar, dev ekran ve battaniyelerle muhteşem bir 3 saat (böyle anlatınca bir fantezi odasına girmişim gibi oldu ama inanın sinemadan kaynaklı). Star Wars konusuna burada girmeyeyim zira konuşmaya başlayınca susmuyorum.

Kısıtlı zaman nedeniyle Bangkok'da bir yeri görme ya da gezme şansım olmadı. Sadece hava alanına dönmeden önce daha önce  internette gördüğüm şu kedili kafeyi bulmaya karar verdim. Şansıma sinemanın olduğu AVM'den çok uzakta olmadığı için yürüyerek yarım saatte falan vardım.
Bahsi geçen kafenin adı: Purr Cat Cafe. İçeriye ayakkabılarınızı çıkarıp giriyorsunuz. Size bir çift terlik veriyorlar, sonra ellerinizi yıkıyorsunuz. Yemek yenen kısma geçmeden önce sipariş vermeniz lazım. Menüsü daha çok tatlı ve içecek üzerine, fiyatları da konsept bir mekan olduğu için gereksiz derecede yüksek. Ama evet, kediler çok güzel... İçeride neredeyse 20 ye yakın kedi var. Çoğu özel, cins kediler. Yerlerde, masalarda, sandalyelerde oturuyorlar. Kedileri sevebilirsiniz ama kucağınıza almanız yasak. Onlar kafalarına göre etrafta geziniyorlar. Kah gelip ayaklarınızın dibine oturuyorlar, kah masanıza atlıyorlar, ya da salınarak yanınızdan geçiveriyorlar... Mamalarının ve sularının durduğu özel bir alanları var. Etrafta da küçük oyun parkları. Kedileri sevenler için cennet gibi bir yer.
Bangkok ile ilgili kısıtlı zamana sığdırabildiğim ancak bu oldu. Şehirde görülecek bir çok şey var aslında ama onun zamanı ayrı.

Bir Asya turumuzun daha sonuna geldik. Yapımda ve yayında emeği geçenlere, iştirak edemeseler de vesile olanlara teşekkür ederim, esen kalın.

(Daha fazla fotoğraf için instagram adresi: elvan_tuncer)

Bir önceki Asya turunu kaçıranlar için:

http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-1.html
http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-2.html
http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2015/10/barika-asyada-bolum-3-final.html