28 Şubat 2012 Salı

barika'nın kuyusu: PATATES KIZARTMASI

barika'nın kuyusu: PATATES KIZARTMASI: Annem benim yalnız öleceğime kanaat getirmiş durumda. Zira (kanaat ve ziradan sonra bir Kutadgu Bilig esprisi yapacaktım ama yapamaya...

PATATES KIZARTMASI

 

Annem benim yalnız öleceğime kanaat getirmiş durumda. Zira (kanaat ve ziradan sonra bir Kutadgu Bilig esprisi yapacaktım ama yapamayacağım, yasak!) bana emekli olmadan iki tane ev almamı tavsiye etti. Böylece birinde otururken; diğerinin kirası bana harçlık olurmuş. “Kardeşim?” dedim, “o nasıl olsa iki maaş” dedi. Pardon dedim tabi ben de doğal olarak. Yani bu kadar mı eminsin be kadın benim tek başıma kalacağımdan! Emin tabi. İşin kötüsü ben de eminim. Benim canım patatesim boşa konuşmuyor. Hatırlarsanız daha önce de bana “ benim kızım olmasan seni oğluma almazdım” tarzında, “seni alacağıma çocuğumu hiç evermem daha iyi” tadında bir şeyler söylemişti sağ olsun. Alma anneciğim zaten alan da yok. Elini süren “yandım anam” diye kaçıyor. Vallahi kurşun döktürmeye gideceğim. Az kaldı. Bir değil, iki değil, bu ne ya!
Çarpıyor muyum acaba adamları? Yani aşırı mı elektrik neyin veriyorum? Hiç vermemekten daha kötü galiba bu. E ne demişler; her şeyin fazlası zarar. Bünyeleri kaldırmıyor tabi. Bir arkadaşım bana şey demişti: ben, bu adamlara bir şekilde sorumluluk yüklüyormuşum. Kendimle ilgili yani. Hayır, sorumluluğumu birilerinin alması gibi bir kaygım olsa, içim yanmayacak. Kendi başımın çaresine bakıyorum, bakmıyor muyum? Tamam, onun kast ettiği de o değildi. Benim yüklediğim sanırım daha manevi bir şeyler. Şu “iyi insan kompleksi” nden kaynaklı olabilir. Ki değilim, demiştim. “Meryem ana kompleksi” nden kaynaklanabilir, ama o bir kompleks değil. O tamamen şans meselesi. Ciddiyim! Zaten “patates kızartması” (birilerine koyduğum en kötü isim olabilir) ile olanlardan sonra tersi beklenemezdi. Allahım ne saçmalıktı o! Bir terasta, yok bir asansörde başlayıp; nefes alamadığım için bir otel odasının camından sarkmamla biten bir saçmalık. Çok uzun bir hikâye, şimdi anlatmayayım bence. Ama bilin ki sonu hiç iyi bitmiyor. Normal olarak… Yoksa yazmaya değer bir şey olmazdı. Yok yeni değil, eski zaten, nereden baksanız bir yılı geçti. Söyleyemediklerim yüzünden şişerek aylarca bekleyip, sonunda bir mail yazmıştım “patates kızartması” na, hem de tam Çin’e uçtuğum akşam. Otele gidene kadar da ne cevap verecek diye mide spazmı geçirmiştim. Aslında cevap vereceğinden bile emin değildim çünkü biz pek birbirimizin yüzüne bakmıyorduk o sıralar. Aynı odada oturduğumuz halde hem de… Amma velakin sandığımdan hisli adammış; bana kendince ve neredeyse mahsun bir cevap vermişti. Şaşırmıştım. Bir şeyler hissedecek halim kalmayalı çok olduğundan sadece yazdıklarını okuyup, silmiş, bir “huh” çekmiş ve işime dönmüştüm. (Dur bi dakika tam olarak öyle değil. Gelen maili önce oda arkadaşım olacak Rapunzel’e okutup sonra ben okumuştum. Eğer saçmalamışsa okuyup sinirimi bozmak istemiyordum çünkü)
Bak bu sefer “beklemeyeyim, ne de olsa o kadar vaktim yok, yazayım her şeyi yerindeyken” diye düşündüm de ne oldu; ağzımın payını aldım. Canım benim… Neymiş; susacakmışız. Aşkımızdan ölsek de, gebersek te, böyle ağzımız burnumuz yamulsa da; susacakmışız. Çünkü bazen susmak daha faydalıymış. Kendimiz için. Daha zararsız. Zarar, sadece bizden geldiğinde daha zararsız. Yoksa tüm o canımlar, cicimler, sen şöylesinler, ben böyleyimler, layık değilizler, ayrı yörüngelerdeyizler, ıvırlar zıvırlar, sevgili Ajda ablamızın da dediği gibi “palavra”. Öyle olsa, iş oraya kadar gelmezdi. Korkağız hepimiz vesselam.
Yani benim annem, güzel annem; ben korkmadım. Korkacak bir şey yok, senin beni yıllarca uyardığın o şeylere rağmen yok. Sen haklıydın; ben hala o burnunun dikine giden çocuğum. Ama söz konusu burun, benim ki gibi bir burun olunca bu felaketler de kaçınılmaz oluyor.

24 Şubat 2012 Cuma

TIRNAK KIRILIR YEN İÇİNDE KALIR



Sabah bir telaş (her zaman ki gibi) evden çıkıyor olmanın etkisiyle, spor ayakkabımı giyerken elimden bir çıt sesi geldi ki offf! Bilen bilir benim tırnaklarım pek kısa olmaz. Kullanamıyorum. Bir kere insan suratını bile kaşıyamıyor. Bir de 18 yaşına kadar tırnağı olmayan biri olarak, görünce “buldumcuk” olmam normal. Hem o tırnaklarla az adam çizmedim….dermişim demeyeyim, annem okursa beni çizer. Ama çok değil valla sadece 3 adamı çizdim: bira kutusu, Arnavut ve çakma Fransız.


Arnavut’un ki çizmek değildi aslında tam olarak. İstiklal’de yürürken elimi tutmuştu ben de neyin hırsıydı hatırlamıyorum ama tırnaklarımı öyle bir geçirmişim ki eline… Ertesi buluşmada (onunla asla ertesi gün diye bir şey yoktu çünkü adamın iki günü asla birbirini takip etmiyordu) bana elini gösterip “bak “ dediğinde; yan yana kabuk bağlamış üç adet küçük yay gibi izi görünce “A-a nasıl oldu?” diyecek kadar hatırlamıyorum hem de. Güldü bana tabi adam. Böyle şeylerin hoşuna gitmesi ise ayrı bir dava ki adam da tek başına apayrı bir davaydı. Bunu “fetişler” başlığı altında, daha sonra irdeleriz. Freud falan okumam lazım önce.

Çakma Fransız’a gelince; lunaparkta ki akşam benimle gondola binme gafletine düştü, yazık. Doğal olarak onun da kolunda kanal açtım. Geçen dört yıl içinde başka şekillerde de çizmiş falan olabilirim ama bak onu da hatırlamıyorum. Neyse ki balık hafızalıyım. Aklımda tuttuklarımla zor baş ediyorum.

Bira kutusu en fenasıydı çünkü otobüste itişirken elimi öyle bir savurdum ki tam göğsünü (Gömleğinin düğmeleri açıktı. Ya öyle değil, otobüste dedim cümlenin başında farkındaysanız) Wolverine gibi çiziverdim. Bugün olsa yırtardım ama işte o zamanlar insaflıydım. Kıyameti koparmıştı. "Bunu görene, bunu nasıl açıklarım" diye. “Açıklama lan!” diyecektim, demedim. Kız arkadaşı yoktu ama etrafında kızlar vardı, işte bir de ben vardım. Yirmi iki yaşındaydım ve çok fena aşıktım. Bugün olsa yüzünü yırtardım çünkü hayatımda ki o meşhur cümlelerden (3 altın) birini ve ilkini o kurdu. Ben de senelerimi verdim onun etkisinden çıkmak için. Çıktığımı sandığım anda aynısına düşmüşüm onu fark etmem de dört yılımı aldı. O da değil cümle; mektup yazdı maşallah (ikinci altın). Üçüncü ve sonuncuyu zaten biliyorsunuz. Daha çok taze, bir aylık. Ay dur, bunu geçelim, hala acıyor.

Bunların dışında çizdiğim, yırttığım ama unuttuğum şahıslardan özür dilerim. Kendi alnıma kendi elimle yanlışlıkla haç çizmişliğim var, ona sayın.

İşte sabah o çıt sesi başparmağımın tırnağının dibinden geldi. Uzun tırnakları olanlar bilirler, o tırnakların ta dibinden kırılması hiç hoş değildir. Can yakar. Benimkisi bir de kopmadı; ucundan asılı kaldı etime. Servise yürüyene kadar dişimle denedim kopmadı, elimle denedim kopmadı. Ben de “eeh” deyip bir asıldım sonunda, dayanamadı koptu. Benim “eeh” ime hiçbir şey dayanamaz zaten. Çok pis koparırım. Kanadı ama ya… Zaten öyle oluyor. Ben koparıp atıyorum ya siz bitti sanıyorsunuz. Halbuki parmağımda yara bandı var ve bunları yazarken de sızlıyor. Kolaydı öyle tırnağı etten koparmak…

Not: Toplamda üç senedir, ikinci defa kendime ait bir parçanın (bu ne demekse) resmini koyuyorum. Üstte ki el, benim elimdir.
Foto için Rapunzel'e teşekkürler.

23 Şubat 2012 Perşembe

NECEFLİ DAMACANA



Tam 1 ay olmuş, ondanmış benim bu daralmış halim. İki gün önce ki nereden geldiğini bilmediğim umursamazlık, hatırlamazlık ve önemsemezlik; küt diye yok olunca “ne oluyor ya” demiştim zaten. Geçen seferkinde 1 ay nasıl geçti anlamamıştım hatta kafamdakiler bitmeye yüz tuttuğunda geri dönüp bakınca “a-a sadece bu kadar mı oldu” falan diye şaşırmıştım. Ama bu sefer neredeyse bir duvarlara çentik atmadığım kaldı. Bir hafta, iki hafta, bir ay derken baya zaman saydım. Çünkü geçmiyor. Aslında şöyle; bana aylar olmuş geliyor, bir hafta olmuş. Bana yıllar olmuş geliyor on gün olmuş. Bana zaman geçmiyormuş gibi geliyor, geçiyor. Geçen sefer bir ay sınırını geçince düzelmişim ya, ona istinaden bir ay bitse bari dedim, e bitti. Ne oldu? Aynı tas aynı hamam. Ağzımı burnumu kıracağım bir duvara kafa atıp, böylece kafam başka şeylere meşgul olur belki.
Evet, tamam, zaman her şeyin ilacı, zaman içinde herkes rahatlar, unutur ben de biliyorum. Ve öyle de oluyor gerçekten. İnsan ölünün arkasından bile en fazla 40 gün ağlarmış. Aslında ölünün arkasından sadece kırk gün ağlamak galiba daha mümkün. Çünkü orada artık “umut” denen şerefsiz o…pu çocuğu devreden çıkıyor. Burada ise, can çıkmayınca o da çıkmıyor işte. Her gece nöbete devam. Ay aman biliyoruz gelmeyeceğini tamam! Merak etmeyin, merak etme! Ama bu, beni durdurmuyor. Kişinin kendisi bile beni durduramamıştı ki… Hem de nasıl net ve kesin olarak “hayır” demişti iki seferde de. Ulan var ya… neyse ağzımı da kafamı da bozmayacağım. Böyle ne bileyim, takıntılı kadınlar gibi oldum. Bir obsesiflik geldi üzerime ki hayır olsun. Hayır olsun deyin siz de, dediniz mi? Sadece böyle şeylerin geçici olduğunu bilmek rahatlatıyor beni. Biliyorum çünkü daha önce de geçti. “Kayboldum gittim lan” dediğim sulardan çıktım, bundan da çıkarım. Çıkacağımı biliyorum da ne zaman çıkarım onu bilmiyorum. O zamana kadar bir necefli maşrapa ile devam edeceğiz sanırım.(ki onu yazmıştık zamanında. bkz: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/08/necefli-masrapa.html ) Aslında bırak maşrapayı; necefli damacana koysak anca kapatacak arayı bu sefer.

Not: Tabi ki necefli damacana resmi bulacak halim yoktu. Bulana da ben çay ısmarlarım! Ama en azından manasını vurgulasın diye bu resmi koydum.

BUGUN, O GÜN DEĞİL.

Bugün, o gün değil. 

Önce o telefon konuşması. Sonra başka bır konuşma daha. Koridorun basından sonuna yürüyene kadar gecen bes saniyede hissettiğim o eksiklik duygusu... O kadar istedim ki koşarak sana gelebilmeyi. Gelmeyi değil gelebilmeyi. Çünkü gelirim ama gelemem. Yerime oturduğumda derin bir nefes almasaydım ya da belki o saçma mail düşmemiş olsaydı ekrana; az daha sana yazıyordum. Ne kadar çaresiz hissetmiş olabilirim kendimi sen hesap et. O bahsi gecen bes saniyede aklıma gelen ilk ve tek kisi olmanı aciklayamam. O çaresizlikte koşarak yanına gitmek istediğim insan olmanı aciklayamam. Ama en beteri; bunları sadece bes saniyede de olsa şiddetle hissedip; sonrasında gercege aymak. Nereye koşuyorsun? Kime? 

Bugün, o gün değil. 

Çocukken kumdan kale yapmayı beceremezdim cunku ayarı bır türlü tutturamazdim. Ya çok cıvık olurdu ya da çok kuru. Yani hep dagilirdi, durmazdi. Bazı seyler hala öyle. Ben her seferinde kumu da suyu da koyuyorum ama bır türlü kaleyi tutturamiyorum. Öyle harabe gibi, antik Roma kalıntıları gibi yarım yamalak bır şey çıkıyor ortaya. Hani bir olsa, güzel olacak diyeceğin bir şey. İste öyle hissettim bugün de ben. Yine kumunu ayarlayamamisim gibi kalenin. Alt dudağımı sarkitip sana gelecektim ki, aklım basıma geldi. Hikayeyi bilmen falan filan bahane; beni sen dinle, sen teselli et hissinin hala aniden gelebilmesi çok acıklı be! Ben sana bır kere bunu söylemiştim hatırlıyor musun? Mengene beni sıkarken, "burada olsa keske" diye seni dilediğimi fark ettim demiştim. İste o Allahın cezası duygunun benzeriydi bu da, esiydi. Eğer geçmeseydi.... gecti ama, valla bak. Gecti gitti. 

Bugün, o gün değil. Hep bunu tekrarladım kendime, "bugün, o gün değil." Nefes al, nefes ver. Sırayı bozma.

20 Şubat 2012 Pazartesi

AHA LİSTE!



 Çok acayip bir araştırma yaptım: evleneceğim adam kim olacak? 100 kişiye sordum, acayip yanıtlar aldım desem inanacak mısınız sanki? İnanmayın, sormadım. Sormam da. Ne soracağım? Kendi araştırmamı kendim yaptım. Çok derin, kapsamlı ve ayrıntılı oldu; CSI gibi çalıştım valla. Ama çıkan sonuçlar biraz tuhaf oldu.

Daha önce ki tespitlerimizde fark etmiştik ki benim aradığım adam Sakıp Sabancı-William Wallace kırması tuhaf bir şey (bkz: Adana kebap yapabilen ve at binip kılıç savurabilen bir adam olsun tespiti). Takdir edersiniz ki bu biraz imkansız. Son dönemde de Behzat Ç.- Darcy kırması bir adam istiyorum gibi bir yazı yazmıştım ki (bkz: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/12/aragorn-ordek-yer-mi.html) ben bile hayal edemedim neye benzeyeceğini. Sonuç olarak onu buna kırdırarak bu işin yürümeyeceğini fark ettim ve kendi önceliklerime dayanarak başka bir liste yaptım. Ne olursa, ne yaparsa, aha da bunu yaparsa kesin evlenirim dediğim durumlar ve eylemler listesi. Başlık çok uzun olduğu için biz buna kısaca “Aha liste!” diyelim. Yani “bak aha burada, işte ya önünde duruyor” manasında. İşte “Aha liste!” :

- Tabi ki en üstte ve en birinci olarak, takıntım olmuş olan: “beni hava alanında karşılayacak olan adam” var. Zırt pırt yurdumun ve yurdumun dışının envai çeşit yerine uçuyorum da bir Allahın günü o gelen yolcu kapısından çıktığımda karşılanmışlığım yok. Yani ne var ben şu kapıdan çıkarken biri valizimi, valizi geçtim bari omzumda ki laptop çantasını alsa? Omzumu çökertti şerefsiz yıllardır. Onca yoldan gelmişim, bir güler yüz, bir canım falan. Nerde? Gerçi o onlarca saatlik uçuşlardan sonra tek istediğim koşarak eve gitmek oluyor ama olsun. Ayrıca Bangladeş uçuşlarından sonra bana sarılmak isteyecek bir adam olur mu onu da bilmiyorum ama yine olsun. Olsun! Ben istiyorum.

- İkinci sırada bu kış aylarında yaptığı atakla buraya yükselmiş olan “mutfakta ki sıcak su musluğunu tamir edecek adam” var. Mevsim itibariyle sular soğuk akıyor ama özellikle bu mutfağın suyu neden diğerlerinden daha soğuk akıyor? En çok lazım olan yerde neden sıcak su musluğu bozuk? Bulaşık makinesi mi alayım, ne yapayım? Ally McBeal’in evine gelen tesisatçı Jon Bon Jovi’ydi. Tamam, ben bunu beklemiyorum tabi ki, abartmayalım ama iki conta değiştirip, İngiliz anahtarı ile iki boru sıkamayacaksanız…yani ne bileyim ben.

- Üçüncü sırada “bana bir çift eldiven alacak adam” var. Bu da kış aylarından nemalanıp buralara kadar geldi ama bunun ömrü daha kısa söyleyeyim. Yani nereden baksanız bir iki haftaya kadar biter. Zaten çok da önemli bir şey değil, sadece ayrıntı. Burada yazar, ayrıntılara önem veren adam mesajı vermek istiyor.

- Dördüncü sırada, epeydir bu listede yer işgal eden “balkon penceresine perde takacak adam” var. Yemin ederim bir merdivenlik işi var ama bugün-yarın diye diye aylar oldu. Hayır sandalyeye çıkıp takamam çünkü tavan maşallah 3 metre. Yatak odasının ampulünü değiştirebilmek için yatağın üzerine katlanmış yorgan, onun üzerine de iki tane de yastık koymam gerekti. Az daha ampul değiştireceğim derken düşüp omuriliği kaydırıyordum. Öyle tavan mı olur! Benim boyum 1,60 ya!

- Beşinci ve son sırada, kimse yok. Burası rezerve. Ekstra bir şey çıkarsa diye tutuyorum. Benim acayip ve gereksiz takıntılarımdan biri daha nükseder ya da tamamen yeni bir şeye takılırsam; bu alanı kullanacağım. Eskilerden "bana bir sepet papatya alacak adam", "taşı düşen yüzüğümü tamir ettirecek adam", "saatime pil taktıracak adam" (2.yıldan sonra bıraktım onu), "ev taşırken yardım edecek adam" gibi adayları bir süre önce eledim. Bu aralar "benimle hafta sonları Kadıköy’e kadar yürüyecek adam" gibi yeni tipler oluşumda, bekliyoruz.

Şimdi bu listeye bakınca diyeceksiniz ki “e sen hayatına adam mı, kendine uşak mı arıyorsun?” hayır, hiç alakası yok. Ben bunların hepsini ve hatta daha fazlasını zaten yıllardır bir şekilde hallediyorum. Ama işte, mesajı alana; bunlar ayrıntılar. Yazar burada, saçmalıyor gibi dursa da bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Ezmeyin.

19 Şubat 2012 Pazar

YİNE MI GERGEDAN?

Tam su anda göğsümde oturan taşı anlatmaya yetecek kelimem yok, peki anlatmama gerek var mı? Bilmediğin bır şey değil ki. Sen bu taşlara yabancı degilsin ki. Senin de tasların vardi. Ne yaptın? Ben eskilerin hepsini zaman icinde parçaladım, yok ettim. Un ufak olup dagilip gittiler rüzgarda. Ama sen o taslardan kurtulacağım  derken kendin tas olmuşsun, taşlasmissin. Onu ne yapacağız? Nasıl çözeceğiz? -cagiz, -cegiz derken yanlış anlama, biz manasında söylemiyorum. Sadece cümle yapım öyle. Yoksa biliyorum merak etme; "biz" ler değil, "ben" ler var senin için. Ben o tek kişilik hikayenin bır yerlerine sızmaya çalışmayacağım. Bu hayatta mutluluk, huzur, sevgi adına aradığın ne varsa bulmana yardım edebileceğimden emin olsam da sesimi çıkarmayacağım. Kimsenin "nezaketini zorlamak" istemem ne de olsa. Hem ayrıca ben zaten söyleyeceğim her şeyi hatta fazlasını hatta söylememem gerekenleri bile söyledim.
Ah hepsi fasıl yüzünden. İlk hafta ki "şarkı dinleme-ağlama" hareketime karsin son iki haftadir acıklı, yavaş ya da hüzünlü hicbir sarkıyi dinlemiyorum, dinlesem de anlamıyorum o yüzden rahattim ya da ben öyle sanıyorum. Her sekilde de acıklı değil mı? Kendime yalan söylememe, kendimi kandirmama neden oluyorsun.

Bu yazının üstte ki iki paragrafı dün gece yazıldı. Kafa allak bullak ama kesinlikle ayikken.  Ve şimdi sabah oldu, yazdıklarıma baktım. Bazen canımı nasıl da güzel acitiyorum. Acitiyorsun demiyorum çünkü o, benim; sen degilsin. Bır hayaletle konuşuyorum, hala bır hayalete açıklamalar yapıyorum ve hala o hayaletle savaşıyorum. "artık tamam" dememize daha var, biliyorum. O bır zaman önce uyandığım sabahın gelmesini bekliyorum. Hani gergedanin beni sonunda terkedip gittiği sabahı. O gergedan olacak var ya iste o, dun gece pat diye geldi, masaya oturdu. "Yer yok" dedim, "seni gormesinler hadi git" dedim, dinletemedim. Baktim kadehimden iciyor, peynirimden yiyor, sarkilara eslik ediyor. Nasil rahat! Gece yarisi ben oradan cikip taksiye kosarken, dayanamayip taksiden erken inip eve yururken surekli pesimden geldi. Hatta bir de ustune benimle eve girip, yine tam ustume oturdu butun gece. Nasıl yüzsüz! Sabah kalkmış gitmis göğsümden ama şerefsiz çökertmiş oturduğu yeri. Şimdi o çöküntüyle beraber kahvaltı hazırlamalar, çay içmeler, gazete okumalar.  Normalmiş gibi yapmalar falan ama....
Ben istemedim. İstemedim! Vallahi de billahi de böyle olsun istemedim. Ben sana öyle olmak istemedim. Böyle hissetmek hissetmedim. Ben yeniden farkliymis gibi görünen aynı insanlar için aynı sızıları çekeyim istemedim. Ben gelmeyecek insanları beklemeye meraklı değildim. Beklemeyi ben istemedim. Senin dediğin gibi olsaydı, lazım gelenleri yapmak için hissettiklerimizi durdurabilseydik, önce ben yapardım! Önce ben durdururdum kendimi. Önce ben bırakırdim olmayacak dualara âmin demeyi. İrade değil bu. Bu sadece saçmalık. Yağmuru ya da rüzgarı durdurmaya çalışmaktan farkı yok hissetmemeye çalısmanın. Kudretine inancına hayranım. Ben o kudrete sahip değilim, o yüzden hala içindeyim. Ama sanırım zaten hep sadece ve sadece ben içindeydim, seni burada sanmak benim kafamın guzelligindendi. Kafam güzeldi be benim seninleyken. Ben o yüzden seni yanlış anladım. Şimdi ayilinca, ayik kafayla bakıyorum da evet ya, sen zaten istemiyordun ki. Haklısın. Kendi yarattığım dunyanın acısı bu o yüzden. Ama valla ben bunu istemedim. Ben sadece seni istedim. O kadar. Bu hale gelecegini, gelecegimi göremedim. O kadar değil gibi duruyordu, bilemedim. Kendimi hafife almisim, agzimin payini verdim. Galiba çok biriktirmisim ama biriktirdiklerime yetecek yer ayırmayı unutmusum. Sığmadılar.Senden önce ve senden fazla ben sıkıldım bunlardan. Bu sekilde hissetmekten. Bunları yazmaktan. Konuşmuyorum ve konuşmayacağım da. Bır de yazmasam deliririm ya da icimde tuttuklarım yüzünden patlarım diye korkuyorum. O kadar.
Çatlağım dedim ya hep, bu sayede ayakta kalıyorum. Kırılıp parçalanırsam; kalamam. O yüzden bır sabah böyle uyanıyorum, bır sabah başka. Ta ki gergedanin hayatımdan çıkıp gideceği o sabaha kadar.

18 Şubat 2012 Cumartesi

MANGO SENDROMU

Bünyeyi travmaya sokacak seyahatler dizisinde bir durağı daha atlattık, hayırlı olsun. Paris-İstanbul-Adana hattından sonra nihayet evdeyiz. Biz derken ben ve makus talihimi kastediyorum. Neyse ki bünye, hem dayanıklı hem alışık. Bundan önceki Hindistan-İstanbul-İspanya gibi saçma seferleri hatırlayanınız vardir belki. Belki de yoktur. Ben de pek hatırlamak istemeyebilirim. Ya da vaktinde alamadığımız için insan bileti bulamayarak Dhaka'ya Dubai ve Yeni Delhi aktarmalı uçmamı ve bu sayede bir seferde dört ülke katetmemi falan da hatirlayabiliriz. Sinirlerim o kadar bozulmuştu ki, free shopun parfüm kısmında begendigim parfumun ellilik şişesi neden yok diye ağlamıştım. Hey be! 
Bugün de az daha Mango'da sınır krizi geçiriyordum. Çünkü tam bes tane elbise denedim ve hiçbirinin icine giremedim! Girdiklerimin fermuarini kapatamadim. Kapattiklarimin Allah cezasını versin çünkü biri xlarge di. O kadar "xlarge" di ki; elbisenin göğüs kısmına (büyümeyen tek yerim göğüslerim olduğu ve normal olarak bu saatten sonra da buyumeyecegi için)  iki aylık bir bebeği rahatça yatirabilirdiniz. O derece boştu yani. Ama sadece orasi, kalan kısımlar gayet doluydu bence. Tamam, bu elbiseleri 1,5 metrelik (evet doğru yazdım) bir kebap, nar eksili salata, acılı cokelek, ızgara tavuk, kunefe falan yedikten sonra denemiş olabilirim ama olmadı diyorum iste ya!  
Erkekler beni anlamayabilir. Ya da anlayadabilir. Burada anlaması zor bir şey yok. Ben sadece bir zamanlar s beden elbiselere sığan bu bünyenin nasıl bu hale geldigini bulmaya çalışıyorum. Sanki bir sabah, yıllardır yediğim her şey birleşip hop diye vücudumda kalmaya karar verdi. De bu kararı benim otuzumu geçip, metabolizmamı yavaslatttigim zamanda neden veriyorsunuz? ( ben az önce otuzumu geçip mı dedim) Ayıp değil mı? Zaten geçici bir süre için kickboks derslerime de ara vermek zorunda kaldım. Eve kum torbası alıp onda çalışayım en iyisi. Ulan böyle zamanlarda bır sevgilim olmadığına çok hayiflaniyorum. Bır de perde takmak gerekince. Benim evin tavanı biraz yüksek de... Gerçi sanırım bu konuda bır merdiven, ne istediğini bilmediği için beni kivrandiran erkek milletinden daha faydalı olacaktır. Hem iniş çıkışlar konusunda da basacağım yeri bilirim. Vay be, ne metafor yaptım ama. Altı üstü perde takılacak. Balkon camına. Mutfağa takmam daha dogrusu birine taktirmam aylar aldı bakalım balkona yaz gelmeden takabilecek miyiz? Aslında çok umudum vardı birilerinden (pek cok konuda) ama o perde takmak yerine perdeyi yıkıp geçmeyi tercih etti. Yıktı perdeyi eyledi viran, biz de cikalim kerevetine.

16 Şubat 2012 Perşembe

PARİS METROSU

Paris sokaklarında süregelen, Seinne nehrini taşıran, Eyfel’in boynunu büken hüzün; şehri bir tül gibi çepeçevre sarıyordu. Buz gibi keskin soğuğa rağmen şehrin, için için yandığını görebiliyorduk. Bu melankoli, çiseleyen yağmurda bistroların pencerelerinden içeri girip; kahve kokusuyla birleşiyordu. Şehir üzgündü çünkü kaybetmişti. Beni kaybetmiştikfdşsikfajflsdjflk


Ay yazarken benim içim bayıldı, sizi düşünemedim bile. Şimdi, bu ilk paragrafı atlatabilenlerle devam edelim. Kezban, Paris’ten döndü. Herkesin gözü aydın. Size böyle ıncıklı cıncıklı hatta boncuklu bir gezi yazısı yazmayacağım, korkmayın. Onun yerine Barika tarzı seyahat notları vereceğim.

Paris soğuktu arkadaşlar. Şaka yapmıyorum. Benim gibi bedenen soğuğa dayanıklılığı meşhur biri bunu söylüyorsa, bilin ki soğuktur. Ya o ilk gün resmen sokaklarda yürürken ellerim kesildi soğuktan. Kıpkırmızı oldular. Ben yol boyunca “ay eldiven almamız lazım” diye söylenip dördüncü gün almadan eve döndüm. Aferin bana! (kendime not: bana bir çift eldiven alan ilk adamla evleneceğim!)Kar falan yok, bildiğin kuru soğuk. Bunun dışında ben bu şehri seviyorum galiba; evet, evet seviyorum. Yani tüm o kalabalık ve çok renkli insan topluluğunu, yeme-içmeye olan düşkünlüklerini, şaraplarını, kahvelerini, en yenmez yemeği bile yenir hale getiren soslarını, metro duraklarının, sokakların isimlerini (Allah aşkına şu isimlere bir bak: Porte de la Vilette, Chatalet, Invalides, St. Augustin…..), o metro duraklarının kesinlikle anlamadığım telaffuzlarını, binalarını, yürürken yolun ortasında birden karşınıza dikiliveren kocaman kemerleri falan seviyorum. Ayrıca valla kusura bakmayın, ben Fransız erkeklerini de gayet beğeniyorum. Maşallah! Sonra “Barika da kimseyi beğenmiyor”; beğenmiyorum arkadaşım. Yemek yediğimizi minnacık (şaka değil, toplam dört masası vardı) restoranın karşısında ki bistro da oturan takım elbiseli şey yahut metroda tam karşıma denk gelen o yeşil-mavi gözlü (ve alyanslı) acayip şey ve hatta daha giderken, uçakta kesinkes bir reklamdan ya da katalogdan fırlayıp oraya düşen şey, şeyler… Ne yapayım yani? Ay sanki bizim beğendiklerimiz burada bize baktı, böyle önümüzde kuyruklar uzandı da biz de karar veremedik. Hey Allahım ya!

Neyse, şimdi sinirimizi bozmayalım boş yere. Zaten Türk erkekleri ile ilgili olarak orada başımıza gelen bir takım olaylar neticesinde ırkçı olmaya karar verdim. Hic oyle kinamaya falan kalkmayin, kendime göre sebeplerim var. Açıklarım ama bir gün, söz. Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim; o lanet olasica 14 Şubat, bir bizde bu kadar olay. O koskoca aşıklar sehri Paris'te ne sokaklarda kırmızı kalpler, ne dükkanlarda kırmızı donlar. Yok valla. Hersey gayet ;normal ve sakin. Ha yollarda öpusen, koklasan arkadaslar tabi ki var ama onlar hep var. Biz de neredeyse top atılacak: aşıklar için sevisme vakti. Kiskandigimizdan değil, aman alın sizin olsun. Bana ne!

Yani iste, yediğimiz içtiğimiz (roseler) bizim oldu, gezdiğimiz pek bir yer yok (is güç yüzünden), gördüklerimizi de anlattık. Ha bir de son gün Sem'le "metro seçmece" oynadık. Söyle oluyor; metro haritasını elinize alıp rastgele bir hat seciyorsunuz, sonra ismini beğendiğiniz durakta iniyorsunuz. Bahtıniza ne çıkarsa. Bizim şansımıza çok güzel iki cadde çıktı. Bir de Hak yolu Restoran ama o sayılmaz. 
Kezban şimdilik yine yurtta. Bugün İstanbul, yarın Adana. Siz kar beklerken ben kebap yiyor olacağım. Ama gecesinde uçacak uçak bulamazsam o kebapları ne yaparım bilemiyorum. Bu Kıvanç, Adanaliydi di mı?

 

 


 

12 Şubat 2012 Pazar

MAL OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Bu iste seninle benim aramda ki fark bu sanırım; sen hala bastırmaya çalışıyorsun. Devam et bakalım, nereye kadar. Çünkü sandığın gibi olmuyor söyleyeyim. Bastırdım sandığın hiçbirsey basılmıyor. Gömdüğünü sandığın seyler zombiler gibi toprağı yararak dışarı çıkıyor ve haberin olsun ya da eğer unuttuysan hatırlatayım o süreç baya canını yakar. Benden söylemesi. Benden nefret edebilirsin, normal. Ama ben etmiyorum. Senden etmiyorum. Kendimle ilgili kısım biraz karışık. Zaten artık o kisimdayiz. Seninle ilgili bölüm bitti sayılır. Benimle ilgili bolumse yeni başlıyor. Çünkü zar zor topladığım parçaları dağıttın ve benim onları yeniden biraraya getirmem gerekiyor. Lanet olsun ki sandığımdan uzun sürüyor.
Bugün itibariyle üçüncü hafta da bitti. Haftaya bir ay oldu diyeceğim hatta ne yazık ki saymayı bırakana kadar saymaya devam edeceğim. Gider ayak konuşulacak seyler değil bunlar aslinda ama dün aksam birsey oldu. Tanrıya şükrettim. Seninle bu sehirde çok fazla yeri istila etmediğimiz, çok fazla sokağı, mekanı, caddeyi paylasmadigimiz için. Çünkü su elin parmakları kadar olanlar bile bana dert tasa olabiliyor. Hadi ben Bostancı-Taksim dolmuşundan, Beyoğlu'ndan, Kadıköy dolmuşundan, Kadıköy'de ki yokuştan, denize doğru bakan büfeden falan kaçtım diyelim; anasını sattığımin evinden nereye kaçacağım? Sorması ayıp, evimden nereye kaçacağım?
O oyunda ismi gecen Kahraman asla gelmez, haberim var. O yüzden oyunun adı "gelirken" değil, "beklerken" dir zaten. Ama iste tüm o romantik ask filmleri ile büyümüş, Hülya Kocyigit ağlarken ve arkada Boş Çerçeve çalarken kapıda Ediz Hun'un belirdigini gormuş biz saf kızlar; beklemeyi bir erdem sanmisiz, sanırım. Bilmiyorum. Ben vazgeçene kadar beklemek duygusu kalacak burada, iste bunu biliyorum. Duvarda ki o saat, her gece 12 ile 2 arasında daha çok ses çıkaracak. O akrepler yelkovan olacak adiler, o iki saatte adeta delirmiş gibi gürültü çıkarmaya devam edecekler. Ta ki bir gün sesleri azalana kadar ve hatta bitene... O zaman sağlıklı cümleler kurmaya başlayabiliriz. O zamana kadar elimizde ki mal bu. Ben yani. Malligima doymayayım e mı?

10 Şubat 2012 Cuma

DEJA VU

Ancak başka birinin hikayesi ortaya çıkınca kendi hikayenizi anlatabildiğiniz durumlar vardır. Benzer bir şey görünce; sizin de konuşmadığınız, sakladığınız, gömdüğünüz ne varsa ortaya çıkar. Normalde konuşmak istemediğiniz için konuşmadığınız bir şeyden bahsediyorum. Kabullenmesi zor olduğu için uzun zaman inkar ettiğiniz, reddettiğiniz; sonra kabul etmek zorunda olduğunuzu fark edip buna sinirlendiğiniz ve isyan ettiğiniz şeyler. Bütün bu süreci sadece siz biliyorsunuz ve zaten sadece siz bilmek istiyorsunuz. Herkesin her konuda bir fikri var. Çoğu zaman da sadece yardım etmek isterler ama öyle değil. Öyle olmuyor. Yardım etmek isterken ya da siz iyi misiniz, sağlam mısınız diye anlamak için konuyu her açtıklarında; siz bunalıyorsunuz. Sorulan sorulardan, imalardan, bakışlardan ve yüzlerin aldığı o merhamet ifadesinden. Acımak değil hayır, evet o da var ama kastettiğim onun dışında, o merhamet ifadesi. Bu, sadece konunun vahametini yüzünüze vurmaktan başka bir işe yaramıyor. Siz bir tür savunma mekanizması içinde konuyu basitleştirme, yok saymasa da küçültme çabası içindeyken o ifade, daha büyük ve kötü bir şeyler olduğunu yüzünüze vuruyor. Kaçamıyorsunuz. Karşınızdakine kendi taktiğinizle cevap verdiğinizde sizi vurdumduymaz, umarsız sanıyor. Hafife alıyor, ciddiye almıyorsunuz sanıyor. Oysa ki sadece hafifletmeye çalışıyorsunuz.
Yok sayarak hiçbir şeyi yok edemezsiniz. Bu çok net. Defalarca da kanıtlanmış bir şey. Kaçarak hiçbir şeyden kurtulamazsınız. Bu da net. Bunları yapmak sadece kendinizi oyalamak ama bazen de o gerekiyor işte. Tam olarak oyalanmak. Kafada ki duman, sis her neyse işte o dağılana kadar en azından.
Bu sabah ufak çapta bir “deja vu” ydu benim için. Yakınlardan gelen bir ses yüzünden kendime ait sesleri hatırladım. O kadar uzun zaman konuşmamışım ki ben bile varlığını unutur gibi olmuşum. Mümkün olduğundan değil, insan beyninin tuhaf çalışmasından. Yerine başka şeyler koyarak kapatıyorum delikleri. Her konuda olduğu gibi bunda da ikame mallarla idare ediyorum. Hayatımda ki insanların dışında ben o çatlakları ve delikleri yakınım olmadığı halde kendime yakın sandığım iki kişiye gösterdim ve ikisi de çıkıp gitti hayatımdan. Yarım kalmış cümle gibi, havada asılı kaldık. E ben anlatacaktım. Kimseye anlatamadıklarımı ya da anlatmak istemediklerimi anlatacaktım belki. Madem dinlemeyecektin neden sordun ki? Neden dinlermiş gibi yaptın ki? O ses aralığında konuşmak kolaydı sanki benim için, kolaydı sanki sana anlatmak! Şerefsizim iç eziyorlar. Nasıl da büyük ayakları var, bastıkları yer göçüyor.
Kar yağıyordu sabah. Şimdi güneş açtı. Yok ya, öyle metafor falan yapmayacağım, gerek yok. Zaten ben gidiyorum. Başka bir memleketin yine soğuk başkentine. Hava eksilerdeymiş ama kar yokmuş. İçinde kaybolası bir şehir orası, beni de öyle birkaç gün tutuverse yeter.
Bir de, bir gün döndüğümde beni o havaalanında biri karşılayacak, biliyorum. Bir gün…

9 Şubat 2012 Perşembe

CANKURTARAN

Ne istediğini bilmeyen her erkek gibi o da beni bırakıp gittiğinde kendi kendime bu son olacak diye soz vermiştim. Bundan sonra hiçbirinin, hiçbir erkeğin hayatıma değil karışmasına girmesine dahi izin vermeyecektim. Çok da ciddiydim, kararliydim ama o sırada halihazirda hayatımda olan erkeğin farkında değildim.
O kadar iyi gizlenmişti ki... Her an yanımda olmasına, yediğimi içtiğimi onunla paylaşmama hatta beraber uyuduğumuz zamanlara rağmen onu fark edememiştim. Her temasta kendime dokunur gibi hissetmem yanıltmıştı belki de beni. O kadar yakinimdaydi ki! Hani su eski yazar ve Eyfel kulesi hikayesi gibi. Anlatmış miydim? Olsun, yine anlatayım. Eyfel kulesinden nefret ettigi herkesce bilinen bir yazar, her sabah kahvesini kulenin altında ki bir kafede içermiş. Sonunda bir gün garson nedenini sorduğunda " o lanet kuleyi görmediğim tek yer burası çünkü" demiş. İste ben de o kadar iciceydim ki; göremedim. Ve o benim o melankolimi de, hüznümü de sofrada ki yemek gibi paylaşmıştı. Paylaşmış.
Kendi kendime konuştuğumu,kimsenin beni duymadığını sandığım tüm o anlarda beni dinlemiş. Gerci bunlarin yaninda benimle beraber dinlemek zorunda kaldığı o korkunç ve agdali arabesk şarkıları düşününce hala suçluluk hissetmiyor değilim. Ve tabii ettigim bütün o küfürleri de unutmamak lazım. Çok utanç verici! O yine de kaldı. Gerçi gidecek başka yeri yokmuş gibi görünüyor olabilir ama hayır. Gidebilirdi, biliyorum. Herkes gidebilir. Gitmek isteseydi onu nasıl tutabilirdim ki? Hele de o haldeyken. Kendimi zor ayakta tutuyordum.
O kadar bıkkin, yorgun ve usanmış bir durumdaydım ki, fark edemezdim bile gidişini. Ya da daha kötüsü gidişinin benim için ne kadar kötü , ne kadar fena, ne kadar acıklı olacağını... Neyse ki o benden daha direncli çıktı. Daha inançlı. Daha inatçı. Zaten böyle değil mıdır? Birimiz dağılmak üzereyken diğerimiz toparlamak için oradadir. Değil mıdır? Öyle olmadıgı her seferde yalnız kalmadık mı? Çok basit; dağılan bir şeyi toplamaya gönlünüz yoksa ve dağınıklık size göre degilse gidersiniz. Bitti, nokta. Giderler. Gittiler. Gidecekler. O yüzden toparlanın! Kendi basınıza. Evet, tamam şimdi bana söylemesi kolay. Beni toparlayan bir erkek var hayatımda. İcimde. Karnımda...

7 Şubat 2012 Salı

YÜZÜNCÜYE BENDEN GAZOZ!

 
Öyle yazının başlığına bakıp fesat fesat şeyler türetenler varsa avcunu yalar, söyleyeyim. Çünkü bırakın 100’ü, ondan önce birinci (rakamla 1.) için şampanya patlatacak arkadaşlarım var ve onlar da avuçlarını yalamaktalar. İkide bir “rahibe olcam lan ben!” diye boş yere konuşmuyoruz herhalde. Melissa P'nin blogu değil burası.Ya bi dakika ya, ben bunu anlatmayacağım ki! Nereden geldik buraya?


99 üyesi olan bloğumuza hoş geldiniz! 100. Üyeye gazoz ısmarlamaya karar verdim. Hayır, üzgünüm, ilaçlı olmayacak. Bildiğiniz halis mulis gazoz. Şeffaf kola. Çocukluğumuzun Uludağı, Çamlıcası. Şekerli ve gazlı su. Ya elimden gazoz içeceksiniz, daha ne olsun? Diyeceğim ben bile inanmadım.
Bundan 3 sene önce açtığım bu mekan, benim için bir tür terapi merkezi gibi. Hayatımı kuşatan “hain dolma”ları, “içimizde ki İrlandalılar”ı kendimce ifşa edip, yazarak ve çizerek rahatlamaya çalışıyorum. Hani açık açık bir şey anlattığım yok ama anlayan anlıyor işte. Hatta bu aralar, anlayanlar anlamayanlara da anlatıyor. Okan Bayülgen sağ olsun. (ben acaba kafamı neyle meşgul edeceğim derken onun bir hamlesi ile kaç kişiyle bir araya geldik, inanılmaz.)
Yazdığım Göktürk destanı uzunluğunda ki öykülerimi, birkaç günde (kör olma pahasına) okuyan binlerce (şaka gibi yahu!) okuyucuya çok teşekkürler. Bir anda tivitır sayesinde alemin gülü olduk. Alışık değiliz, bir tuhaf geldi önce ama alıştık mı ne? Vakti zamanında yazdıklarını yanlışlıkla biri okur diye korkan ben, bir anda “ay herkes okusun, okusa, okusalar” durumuna geldim ya, ne diyeyim. Bakın hep söylüyorum, ben özgüveni düşük (hatta kalan parçaları da yakın zaman önce yağmalanmış) bir balık burcuyum. Böyle azıcık ilgi görsem, yaz vakti kahvaltıdan sonra mutfak tezgahında unutulmuş tereyağı gibi eririm. Hatta o ilgiyi gerçek sanırım, alırım yuvarlaya yuvarlaya kocaman yaparım, bakınca gözlerim kamaşır……..dur, konumuz bu da değildi. O başka bir şey. Zaten o çığ eridi, artık önümüzü görebiliyoruz. Ama sanırım birkaç kırık kemik var.
Okudunuz, okuduklarınızı yorumladınız, ne iyi ettiniz. Şimdi bu blog sadece benim terapim değil, döküle saçıla yazıyorum ya işte o yüzden, sizin de.
Asıl derdime gelince, ben bisiklet alacağım. Yemin ederim kısa devre var benim beynimde! Otomatik yazıyorum ya! Asıl derdim o değil tabi ki, o başka bir derdim. Bir teşekkür yazısı yazacağım demiştim ya, hah işte onu yazmak için başladım aslında.
Şu son 2 hafta benim için eziyetti. İncecik bir su yılanı, damar yollarımı kullanarak vücudumda gezindi durdu. Kulağıma fısıldanan hikâyeler, geceleri kabusum oldu. Gözümün gördüklerini ve kulağımın işittiklerini unutmaya çalışmak bir tarafa; tenimin hissettiklerini nereme sokacağımı bilemedim. En kötüsü neydi biliyor musunuz? Sanki ben bütün kelimelerimi harcadım ve söyleyecek bir şeyim kalmadı (evet, bunu daha önce söylemiştim, henüz bunamadım). Saçmalık! 29 harfli güzel dilimizde kelime bitmiş olamaz ama işte, öyle geliyor. Getiriyorlar.

Bu 2 hafta biterken en başta mavi polar battaniyeme, sıcaklığı ve sessizliği için teşekkür etmek istiyorum. Bir tek onu ayıklayabildim zaten hafızamda.

Sonra çaydanlığıma ve çay fincanlarıma teşekkürler.

Banyoda ki küvete de ayrıca bir teşekkürüm var; ilk birkaç gün suyun altında oturup içimde ne varsa aksın diye beklememe yardım ettiği için.

Tek kişilikten çıkıp çoklu bir yorgunluğa, birikmiş bir bıkkınlığa ve artık bas baya sinirli bir ruh çatışmasına dönüşürken ben; Stepford Kadınları filminde ki robotik ablalar gibi dışarı sağlam duran suratıma ve vücuduma da teşekkürün yanında tebrikler! Gerçi son gün onların da pili bitti ama olsun.

Bugün Charles Dickens’ın doğum günü. Büyük Umutlar’ı yazdığı için ona da teşekkürler.

Aslında var ya, sana da teşekkürler lan! Yok, yok ciddiyim. Cesaret denen şeyi toplamak, hayal kurmak, hayal kırıklığına alışmak, kabullenmek, inanmak, kanmak, elinde avcunda ne varsa vermek istemek falan filan, bunlar da lazım hayatta. Birine dokunmayı, birini öpmeyi hayal etmek ve hayal ederken bile kalp spazmı geçirmek, biri sana dokunduğunda titremek gibi şeyleri yaşayarak öğrenmek lazım. Birini beklemek, hem de gelmeyeceğini bile bile beklemek ve gelmese de beklemek de lazımmış, yaşadık işte sayende. O çorba pişerken ya da orada bir şarkı çalarken ya da şimdi olduğu gibi önümde bir fincan kahve dururken illa birini anmak; bak gördün mü neler öğretmişsin bana... Hatta altın harflerle bir cümle de sen kazıdın zaten, etti mi sana üç! Cümleler yani.
Sonuç olarak işte teşekkürler. Burada adı geçmeyenler kendilerini biliyorlar ve onlar bu listede değil, onlar ayrı, apayrı. Şimdi, sınıf dağılabilir.

Son not: Ben yazarken üye sayısı 100'ü geçmiş. Gitti gazoz!

6 Şubat 2012 Pazartesi

PAZAR GECESİ SİNEMASI

Hayatta istikrar önemli birşeydir. Yani genelde... İş, güç, ilişki, evlilik vesaireden bahsediyorsak önemli ve gerekli birşeydir. Bundan beş ay önce sebebinden içtiğin adam için beş ay sonra hala içmek, aynı adam tarafından ikinci kere reddedilmek, istenmediğini bile bile denemekte ısrar etmek gibi örnekler gereksiz, manasız, adamın ağzını burnunu kıran birşeydir. Zaten salak olmak lazım. Bir hafta içinde vücudu bu hızla çökertmek, savaşmaya neden olacak kadar ağlama isteği duymak, iç sıkıntısından bir türlü kurtulamamak için salak olmak lazım. Çünkü resim o kadar açık ve berrak ki...
Bu hayatta bazı şeyler değiştirilemez ve bu yüzden o şeyleri sadece kabullenmek gerekir. (Bkz: maaşınız, ev kiranız, 25 yaşından sonra boyunuz, bir Fenerbahçeliyseniz Türkiye Kupası.) Önemli olan da bu kabullenme sürecini nasıl atlattığımızdır. Benim gibi üzerinden iki hafta geçmesine rağmen, Kadıköy'de bir fasıl masasında, gözündeki rimellere aldırmadan ağlayarak değil. Tamam, o mekana en son gidişinde onunla telefonda konuşmuş olman, o zamanlar hala konuşabiliyor olman aklına gelebilir ama bu sana bir Ceylan şarkısı çalarken, Ceylan'dan beter bir yüz ifadesiyle "Ah gönlüm, ondan sana hayır yok" kısmında hönkürme hakkını vermez. Etrafını bir düşün ama ya! Onlar da insan. Ya da ondan bir gece önce kendi evindeki bir dost masasında resmen kalp sıkışması yaşayarak da değil. Tamam, o sırada masadaki herşey; beyaz şarap, beyaz leblebi, muhabbet ve bir de "Nurettin Rençber mi, yok artık" nedeniyle tek eksik "o" gibi gelmiş olabilir. Ama değil. Eksik o değil de benim. Eksiğim gibi, eksik kalmışım gibi hissi var ya, benim tırnaklarımı çeken o işte. Yani çeker gibi olan. Kalbimi sıkıştıran da sensin kadın! Böyle türkü mü söylenir? http://www.youtube.com/watch?v=dFal-BUImzs
Şimdi demem o ki,yarın günlerden Pazartesi. Bir pazarın daha ertesi geldi. Anasını sattığımın pazarlarından zaten nefret ederim ama şu geceleri tam da bu saatlerde başlayıp ikiye doğru ancak biten "gözünü saate dikme" eylemimden daha çok nefret ediyorum. Hiç gelmeyecek birini, gelmeyeceğini bile bile bekleme huyumdan. Şiştim ben yahu! Çok mu dolma yedim acaba?

3 Şubat 2012 Cuma

AYILANA GAZOZ



Sevgili Blog ,

Çok acayip şeyler oldu.

Aman yok be, öyle acayip şeyler falan olmadı, ilgini çekeyim diye öyle başladım. Olanların arasında acayip olan şeylerden biri benim yıllar sonra yeniden bayılmam. En son lisede bayılmıştım. Tipik ergen durumlarında olduğum için aynaya bakıp bakıp “çok şişkoyum ben yeaaa” nidalarıyla kendime hayatı zehir ediyordum. Sonra diyet yapmaya karar verdim ama 15 yaşında ki beynim ölüm orucu ile diyet arasında ki farkı bilmediği için üçüncü gün mutfakta salata yaparken elimi kesmem neticesinde bayıldım. Annem de benimle beraber mutfaktaydı o sırada ve doğal olarak kadın panik oldu. Ben kadına dönüp “anne ya elimi kesmişifriğlgfkhgjn….” deyip cümleyi tamamlayamadan zemine yığılınca, ne yapsın? Son hatırladığım annemin beni kollarımdan sürükleyerek salona taşıdığı. Sonra beni bir kanepeye atıp, Türkiye sınırları içerisinde her bayılana yapılanı yapıp elimi yüzümü kolonyaya buladı. Hayır, tamam iyi geldi ve ben gözlerimi açtım ama annem durması gereken yeri bilmediği için bu seferde kolonya yüzünden fenalaşıp geri bayıldım. Ciddiyim ya! Sonra olay babama da intikal edince benim diyet hayatım o gün sona erdi. Zaten babama kalsa benim 55 kilodan aşağı olmamam lazım. Sanki beni ağırlığımca altına satacak Allahım ya! Boyum 1,60 benim, bir düşünün neye benzerim.
Neyse işte bundan yıllar sonra ilk defa dün sabah bayıldım. Hiç hoş bir duygu değilmiş. Öyle gözler kararıyor, zemin ayağının altından kayıyor falan, sonra hop, yerdeyiz. Bir de midem bulanıyor ki anlatılmaz. Ama o anasını sattığımın otokontrolü orada bile devrede. Bilincim kapanmasın diye telkinde bulunuyor bana: bayılma, bayılma, uyuma layn! Ya bir bırak da gideyim ama di mi? Tansiyon düşmüş bilmem kaça sen hala “dur gitme”. Oldu! Ertesi gün de kendimi yataktan kaldıramadım. Nasıl değil baya. Saatin alarmı çaldı, gözlerimi açtım ama nafile, vücut kıpırdamıyor. Külçe olmuş yatıyor. Biz de ne yapalım, onunla beraber kaldık. Ben en son o çakma Fransız yüzünden böyle yataklara serilmiştim. “Güneş gözlüğü”; üstüne alınabilirsin, izin verdim. Sıkışan vücut hücrelerimin bir kısmının müsebbibi sensin çünkü.
Kendini bu kadar sıkarsan olacağı budur zaten. Hiçbir şeyi takmasam ne kadar kolay olurdu hayat. Ha bir de öyle manyak gibi kartopu oynamasam da olurdu. Bünye doğal olarak kendini sapıttı. Eğil kalk, zıpla hopla. Kickboks yapan bir bünye de olsa bu kadar harekete alışık değil arkadaşım. Ayrıca eldivensiz oynamaktan ellerimi hissetmeyecek kıvama getirmem de çok zekice sayılmazdı sanırım. Gördüğünüz gibi zeka kıvılcımlarımdan yangın çıksa yeridir. Yani işte öyle… Bir daha bayılırsam bunu bir işaret olarak alacağım artık. Ne işareti bilemem ama işaret işte. Mistik bir şeyler falan. Mesela. Ya çok sıkıcısınız ama…

2 Şubat 2012 Perşembe

BARİKA'NIN ÇORAPLARI 3.BÖLÜM




Kaçıranlar ve unutanlar için 2.bölüm: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/11/barikanin-coraplari-2bolum.html

En son yine yanlış adamların peşinde koşarken bıraktığımız kahramanımızın hayatı, onu bıraktığımız süre içinde saçmalıklardan saçmalıklara yuvarlanmaya devam etmiştir. İsmi olmayan şahısla tekrar konuşma fırsatı olmayan Barika, onun da yurt dışında bir yerlere gittiğini öğrenir. Bu konuda almış olduğu bir şey yapmama kararının doğru olduğunu hisseden kahramanımız başına geleceklerden habersiz bir kere daha anayurda gider. Burada ılık bir gece yarısı, telefonuna gelen mesajla irkilen Barika, mesaj sahibini görünce irkilmekten şaşkınlığa geçer. Mesajı atan "güneş gözlüğü" dür! Kendisiyle yaklaşık 3 aydır görüşmediği ve saat gecenin 2 si olduğu için ne diyeceğini bilemez ve sadece kem kümlü bir cevap atar. Ama işler bununla kalmaz. Mesajları mailler, mailleri de yeniden görüşme talebi takip eder. Ve sonunda kahramanımız, aylar önce yıldızlı bir gecede tarafından reddedildiği, bu yüzden kalan son özgüvenin de piç olmaması adına koşarak "çivi" nin peşinden gitmesine neden olan "güneş gözlüğü" ile yeniden görüşmeye başlar. Bu arada "çivi" kız arkadaşından ayrılmış ve bunalıma girmiştir. Onu teselli ederken yaklaşabileceğini de düşünen kahramanımız tabi ki yine avcunu yalar çünkü "çivi" iki görünüp üç kaybolmaya devam etmektedir. Bu işin de peşini bırakmakta fayda olduğunu anlayan Barika, "güneş gözlüğü" nün yeniden hayatında olmasına alışmıştır bile. Ama tam da bu arada "çivi", birden ortaya çıkıp nereden ilham aldığı bilinmez bir şekilde küt diye Barika'ya birlikte kalmalarını teklif eder. Bir araya gelip iki fincan kahveyi zor içtiği adamın, evine yerleşmeyi teklif edecek kadar teklifsiz olması karşısında afallayan kahramanımız silkelenerek kendisine gelir ve adamı görmesini sağlayan her yerden adamı siler. Kafasından zaten silmiştir çünkü kafası artık "güneş gözlüğü" ile meşguldür.Başta her şey ayarında, yolunda ve normal görünse de; zaman geçtikçe birşeyler -yine- ilerlemektedir. Yani aslında ateşle barut ya da ekmek kadayıfı ile kaymak yanyana gelince ne olursa onun olacağı bellidir. Görmezden gelmeye ya da kaçmaya çalışan kahramanımız, yapısı gereği bunların hiçbirini başaramaz ve sonunda kendini yeniden "güneş gözlüğü"nün kollarında bulur.Yine o karışık kafasında yazdığı tüm inkarların yerini pembe hayaller alan şaşkın ve saf Barika, bu kez de "güneş gözlüğü" nün kararsızlıklarına ve inkarlarına maruz kalır. Sonunda beklenen olur ve bir gece, iki şişe beyaz şarabın dürtmesiyle kozlarını paylaşırlar. Elinde, avcunda, aklında ve ağzında ne varsa ortaya dökmesine rağmen aynı adam tarafından ikinci kere reddedilmeyi başarır. Bu kez elinde piç olacak kadar bile özgüven kalmamıştır. Lanetinin yeniden dirildiğine emin olan kahramanımız, artık elini eteğini bu işlerden çekip kendini tamamen kapatmaya karar verir. Ama bundan önce yapması gereke bir Paris seyahati vardır ve ilahi bir şekilde bu seyahat, tam da Sevgililer Günü'ne denk gelmektedir.
Rahibe olmak için gerekli şartları araştırmaya başlayan Barika, kararında ciddi midir? Gerçekten kendini dünya zevklerinden mahrum mu edecektir? Yoksa karşısına onu bu kararından döndürecek biri çıkacak mıdır? Bakalım kahramanımızın başına Paris'te neler gelecek.

1 Şubat 2012 Çarşamba

KAR DUASI


15 yıllık İzmirli olmaktan kaynaklı olarak kar görünce “buldumcuk” olmam tabi ki normal. Biz okurken bir keresinde Manisa’ya kar yağdı da koca koca üniversiteliler, 3 santim karda debelendik yeminle. Tabi biz debelenmeye başladıktan beş dakika sonra o 3 santim kar da çamur oldu ve kalktığımızda üstümüz başımız beyaz değil kahverengiydi, o ayrı mesele. Ayrıca ben okulun merdivenlerinden uçarak düştüm o da ayrı bir mesele.Yani diyorum ki bizim ki normal de size ne oluyor sevgili İstanbullular?


Bundan 2 sene önce yine bir kar yağdıydı buralara (bkz: yaşlı ve emekli amca konuşma tarzı), her yer dutluktu o zaman aman yani beyazdı demek istiyorum. Benim Ezikböcek de İstanbul’da benimle beraberdi. O zaman ben Beylikdüzü’nde yani güya İstanbul sınırları içinde görünse de aslında Tekirdağ’a bağlı olan, Balkanlardan gelen o meşhur soğuk hava dalgasının çıktığı yer olan acayip Beylikdüzü’nde oturuyorum ve Ezikböcek’in inadı yüzünden gecenin on birinde, tee Bostancı’dan eve gitmeye çalışıyoruz. Otobüslerin çalışmadığı, Boğaz köprüsünün üstünün karla kaplandığı ve taksilerin -eğer sizi alırlarsa- neredeyse çifte tarifeyle çalıştığı bir durumda hem de. Neymiş, beyimiz eve gidecekmiş! Oldu! Eve gittiğimizde saat gecenin ikisi olmuş, dünyanın parasını vermişiz ve tabi ki donmuşuz. Ama beyimiz evinde uyudu. Tövbe ya! Zaten bir erkeğin aklına uyan bir kadın ne zaman pişman olmamış ki?

O değil de bir de şu var: ben gecelerdir senin için endişeleniyorum, onu ne yapacağız? Acaba neredesin? Nasıl gittin, ne yaptın, ne ettin? Gittiğin yerden nasıl döndün? Yoksa bir kasa şarap alıp, yüksek tavanlı ofise mi yerleştin? Aman "sana ne" desene "ne yaptıysam yaptım". Da işte, benim kafa öyle çalışmıyor. Soramayıp kudurduğum için kendi kendimi teskin etme modundayım, o derece yani. Ama eğer hiçbir şeyin yok, her şey yolundaysa; kaldırımın birinde kayıp böyle Oktay Keresteci (bkz: resim) gibi açılsın bacakların e mi! Amin.