30 Eylül 2010 Perşembe

KAPTANIN SEYİR DEFTERİ 1

İstanbul'da ki 35 dakikalık rötar sağolsun, Dubai'ye indiğimizde Dhaka uçuşu kapanmıştı bile. Zaten benim her zaman ki gibi başıma herhangi bir iş gelmeden seyehat edemeyeceğim gidişimden belliydi. Önce uçak biletimi toplamda on yedi kombinasyondan sonra falan aldım sanırım. Kombinasyon diyorum çünkü Bangladeş'ten Çin'e geçmenin bu kadar alengirli olacağını bilseydim bisikletle falan geçerdim!

Sonra, Çin vizesi olan pasaportumu havaalanına giderken yolda alabildim ancak. Yok, yok gerçekten! Taksiyi havaalanı yolunda yavaşlatıp pencereden pasaportumu aldım. Bu da ayrı bir ilktir sanırım. Bunların akabinde benim aktarma uçağını kaçırmam da, o gece Dubai'de kalmam da sürpriz değildir ki ben uçak kaçırma konusunda baya sabıkalı sayılırım. Ama en azından bu sefer olaylar benim dışımda gelişti.

İstanbul dan biniş, sorun yok, yer fena değil. Yanımda ki Arap kökenli olduğunu sandığım abla beni arkadaşıyla yer değiştirmem için ikna etmeye çalışıyor ama arkadaşı orta koltukta oturuyormuş. Kendimi yeterince iyilik yapacak insan modunda hissetmiyor olacağım ki "hayır" dedim. Daha doğrusu net bir hayır olmasada "ben ortada oturamamamamaammmm" kıvırması şeklinde kibarca hayır demeye çalıştım.

İstanbul belli bir mesafeden ne kadar da güzel görünüyor. Beyaz şarap ve Friends. O kadar güldüm ki bir ara sanırım ekrana doğru püskürdüm. Şaraba verdim. Sonradan uyku. Her zaman ki gibi.

Dubai'de sıcak ve boğucu hava, kocaman bir havaalanı, bu havaalanına on dakika mesafede bir otel. Bu arada acaba biz Türklerden başka, yabancı bir ülkede kendi ülkesinden birini görünce iki dakikada ahbap olan var mıdır? Ne kadar meraklıyız kendi dilimizde muhabbet edebilmeye! Onu bulamazsak zaten yabancılara sarıyoruz. Dedim ya tamamen muhabbet merakından.

Kablolu ve paralı internet... Daha fenası İngiliz prizleri ve şarjı biten bilgisayar! Ortada kalma sendromu nedeniyle sabaha karşı saat 5 te uyuma ki otele girişte saat 3 ü geçiyordu. Sabah çalan saati hiçe sayma. 11:30 da mecburen kalkma. Tabi ki yine sabah kahvesi ve yanında Steinbeck ten Bitmeyen Kavga. Bitmeyen kitap, inşallah bu seyehatte bitecek. Uykuya kurban edilen kahvaltı yerine öğle yemeği: haşlanmış sebze, patates, balıkımsı bişeyler ve soda. Havaalanına gidiş ve akabinde yine Dubai havaalanında kayboluş. Bu kaçıncı? Üst kata çıkmak gerektiğini hatırlayabilmek için geçen on dakika. Sonradan yukarıda, alışveriş mekanında, parfüm deryasında kayboluş. 46 numaralı koltuk. Yuh! Utanmasalar bana hosteslerle beraber arka mutfakta yer vereceklermiş. Motor sesi, camdan vuran güneş, iki şişe beyaz şarap eşliğinde Shrek3. Gözüm doldu, şaraba verdim. Yanımda en fazla 17 gösteren bir velet. Dubai de bir otelde çalışıyormuş ve 2 yıldır memlekete gelmiyormuş. Bana bir paket sakız hediye etti.

Ve nihayet Dhaka. Bütün planlarım alt üst olmuş, işlerim aksamış ve sıkışmış olsa da Dhaka. Komik ama o kadar tanıdık bir his olmuş ki buraya gelmek neredeyse mutluyum geldiğime. Ve şu kesin, seyehat bağımlılık yapan birşey. Özlüyor insan ve kendini iyi hissediyor uçağa yeniden bindiğinde. Bunun üzerinde durmalı...

İlk gece... Bitti bile. İlk geceden görmek, tamam ne yapalım ama oldu bir kere. Her neyse...

29 Eylül 2010 Çarşamba

VEDA

Zor olan şuydu: ikisini birden idare etmek. İstekleri ve ihtiyaçları hep farklıydı. Birinin mutlu olduğu zamanlar, hep diğerinin mutsuzluğuna denk geldi. İkisini aynı anda memnun etmek asla mümkün olmadı. O yüzden çok zaman biriyle ilgilenirken diğerini görmezden gelmem gerekti. Eğer ikisiyle de aynı anda ilgilenmeye kalkışsam; sadece iki yarım yamalak iş yapmış olurdum. Ha şimdi her şey tam mı? Hayır, yine yarım.
Bunu uzun zaman devam ettiremeyeceğimi de en başından biliyordum aslında. Zamanı geldiğinde birinden vazgeçmem gerekecekti. Çünkü bu yarımlık hem onları hem beni yoruyordu. İncitiyordum, hırpalıyordum, yok sayarak tüketiyordum onları. Bazen inanılmaz umutlu ve mutlu zamanları olabiliyordu, bazense diplere doğru çöküyorlardı. Elimden bir şey gelmiyordu, engelleyemiyordum ve zaten böyle olması gerekiyordu. Dedim ya, ikisini birden mutlu etmem imkansızdı.
Bildiğim bir şey daha vardı: zamanı geldiğinde bir seçim yapmam gerekecekti ve evet, böyle bir zaman mutlaka gelecekti. Birinden vazgeçmem gereken, artık bir son vermem gereken, hem kendimi hem onları kurtarmam gereken zaman... Zor çünkü yapışık ikizleri ayırmak gibi, vücudundan bir organı koparmak gibi, o kadar uzun zamandır o kadar içiçe yaşıyoruz ki... Ne kadar acı verecek de olsa, vereceği acı süreli olacaktır. Giden hangisi olursa olsun ardından üzüleceğim çünkü eninde sonunda bir parçamdan vazgeçiyorum. Ama bu, uzun sürmeyecektir. Artık bir sonuca varmış olmanın rahatlığı ve bir karar vermiş olmanın keskinliği bana yardım edecektir.
Şimdi, gitmesi gerekeni gönderme zamanı. Derin bir nefes alarak kapıyı açma zamanı.

27 Eylül 2010 Pazartesi

SİNİR KRİZİNİN EŞİĞİNDE Kİ KADINLAR 1

Son bir aydır, etrafımda ki bütün kadınlar bu eşikteler. Türlü türlü nedenlerden demek isterdim ama hayır hepsi de tek nedenden: erkekler. Demek isterdim ve bu çok da kolay olurdu ama hayır. Tek nedenden, o da kendileri. Kararsızlıkları yüzünden. Hepsi de aslında ne istediklerini gayet iyi biliyorlar. Mesele bunu kendilerine itiraf etme problemleri. O kadar korkuyorlar ki cevaplardan; nereye kaçacaklarını bilemiyorlar. Kimi istediklerini, neden istediklerini hep bilir kadınlar. Mantıklı değildir çok zaman nedenleri. Adamların ne yaşlarına, ne kariyerlerine, ne eğitimlerine, ne işlerine, ne kazandıkları paraya, ne evli ya da bekar olmalarına, ne geçmişlerine, ne sabıka kayıtlarına, ne de başka kayıtlarına… Sanılanın aksine hiçbirine değil, sadece kendi bildikleri bir şeye takılır, onun peşine giderler, ona inanırlar körü körüne. Ve sağda solda her kim bunu sorgulayacak olsa, savunurlar. Ama bambaşka sorulara takılırlar. Kararsızlıkları bin türlü eziyet eder onlara.
Kendilerine sorup durdukları o sorular, sürekli etraflarında dönen o sorular. Cevaplarını bildikleri ve buna rağmen çevrelerinde kim varsa onlara da tek tek sordukları sorular. İstiyorlar ki onlara “yok yok öyle değil, kesin altında başka bir şey var” densin. Ama değil, biliyorlar. Hepsi de kendileri için iyi olanın ne olduğunu biliyorlar. Ama bunu istemiyorlar. Bırakmak istemiyorlar, savaştan vazgeçmek istemiyorlar. Karşı taraf çoktan cepheyi boşaltmış bile olsa onlar inatla ateşe devam ediyorlar.
Çünkü sanıyorlar ki ya da inanıyorlar ki doğrusu bu. Herkesi kurtarabileceklerine inanıyorlar ama hayır. Kurtarılmak istemeyen bir insanı kurtaramazsınız. Bu, kesindir. Düzelmek istemeyen bir insanı düzeltemezsiniz. Zaten neden düzeltesiniz ki? Siz onu öyle sevmemiş miydiniz? Öyle kabul etmemiş miydiniz?
Ah sanıyorlar ki eğer tüm o şefkatleri, sevgileri, inançları ile giderlerse onlara, onları ikna edebilirler. En baştan değerlerini tam olarak bilememiş adamlara değerlerini ispat etmeye çalışıyorlar sanki gerekirmiş gibi. Ve kimi zamanda değerlerini hiçe sayarak, körü körüne koşuyorlar. İnsan eğer kendi kıymetini kendi bilmezse, arkasını dönüp gidemez de rahatça. Emin olsa kendi kıymetinden, karşısında ki “üzülsün, yazık etsin kaybettiklerine, bana ne” deyip çekip gidiverir ama ah işte bir emin olsa.
Tüm eğitimlerine, kariyerlerine, niteliklerine, sahip oldukları birbirinden farklı özelliklerine, güzelliklerine, anaçlıklarına, zekalarına, becerilerine, sahip oldukları her şeylerine rağmen; kendilerini tüm bunlardan soyutlayıp en yalın, en aciz halleriyle, teslim olmaya hazır çıkıveriyorlar bu adamların karşısına. Her şeylerini onlara vermeye ya da artlarında bırakmaya hazır bir halde. İşte bu teslimiyet de başını döndürüyor bu nobran adamların. Neye uğradıklarını şaşırıp o kadar hoyratça harcıyorlar ki ellerindekini; geriye bir enkaz kalıyor o kadından. Üzerinden çekirge sürüsü geçmiş bir ziyafet sofrası gibi, artıklarını toparlamak, kırıntıların süpürmek yine bu kadınlara kalıyor. Hem de tek başlarına…
Tanıdığım bir sürü kadın var bu eşikte duran. Ben dahil hepimiz kendimizi bu eşiğe kadar getiririz. Hem de gayet kolayca… Mesele orada kalabilmek, mesele o eşikten atlamadan geri dönebilmek.

26 Eylül 2010 Pazar

PİŞMANIM

İnsanın başına ne gelirse korkmaktan geliyor. Karanlık bir yerden aydınlığa çıkışımızdan; doğumumuzdan itibaren aklımıza, yüreğimize bir sürü korku salınıyor. Önce başkaları salıyor sonra da biz, kendimiz.
Herşeyden korkuverir oluyoruz ömrümüzün bir yerine geldiğimizde. O geldiğimiz yerde iş-güç sahibi, bir ev sahibi, bir şeylerin sahibi olduğumuz yer oluyor genelde. Tüm haylazlık heveslerimizi bastırmış bir halde, sabah ve akşam belli saat aralıklarına sıkıştırdığımız güvenli bir hayat kurmuş oluyoruz. Kendi kendimize de hep diyoruz ki: ben zaten yııllardır bunun için uğraşıyorum.
Öyle mi? Gerçekten mi? Yıllardır sonunda hayal etmeyi bırakabilmek için mi uğraşıyoruz? Sıfır risk ve sıfır tehlikeyle yaşayabilmek için. Her şey her an elimizin altında olabilsin, hiçbir şey için uğraşmak zorunda olmayalım diye. Yazık...
Ödümüz patlıyor deliler gibi aşık olmaktan! Kontrolü kaybedecek kadar birine tutulmaktan. Tüm o tutkudan, şehvetten, ihtirastan... Bu kelimeler sadece romanlarda ve filmlerde telaffuz edilebilecek kavramlar haline geliyor. Birinin sadece tenine dokunabilmek için ne kadar ileri gidebileceğinizi hiç düşündünüz mü?
Ve bir o kadar daha korkuyoruz başımızın üstünde duran çatının sarsılmasından. Evinde ki mobilyaların yerlerini dahi değiştirmekten hazzetmeyen insanlar oluveriyoruz. Halbuki daha gençken yok daha küçükken diyelim, alıp başımızı gitmek hevesimiz vardı. Başka şehirlere, başka ülkelere, bambaşka şeyler görmek için. Ama sonra bir baktık ki hayatın sizi içine çekiveren, alıveren bir akıntısı var. Öylece kapılıp gidince ona, nehrin kenarında ne var, hiçbirimiz göremiyoruz. Yani görmüyoruz. Yanlışlıkla kafamızı şöyle bir kaldırıp, kıyıya baksak...

Bundan neredeyse 5 sene önce bir gece, "asla gitmem" dediğim bir şehre taşınmaya karar verip eşyalarımı topladım. Pişman değilim. Bundan 3 sene önce bir gece yarısı, birini sadece bir saatliğine görmek için, hiç bilmediğim şehrin hiç bilmediğim bir semtine gitim taksinin birine atlayıp. Pişman değilim. Bundan 1 sene önce, hiç tanımadığım bir İskoçu öptüm bir İrlanda şehrinin sokağının birinde. Pişman değilim. Ufacık tefecik ya da kocaman, aklıma, hevesime uyup saçma sapan işler yaptım. Pişman değilim. Bunlar "bakın benim cesaretim var demek" için değil. Çünkü ben de korkağın tekiyim. Öyle zamanlar vardı ki insanların önüne dikilip yüzlerine onlarca şey haykırmam gerekiyordu, sustum. Pişmanım. Bana ne yapacağımı, nasıl yapacağımı kimsenin söylemesine gerek yoktu, ben buna izin verdim. Pişmanım. Hissettiklerimin gücünden ve sonuçlarından korktuğum için bastırdığım zamanlar oldu. Pişmanım. Elimde zamanım ve fırsatım varken, gereksiz karasızlıklara kurban ettiğim işler, eylemler var. Pişmanım.

Bunları yazarken bir daha fark ettim ki pişman olduklarımda ki yapamamışlıktan gelen o duygu o kadar ağır ki; pişman olmadıklarımda ki saçmalığı ve yersiziliği fersah fersah geçiyor. Yani yapıpta pişman olmak, yapmayıpta pişman olmaktan daha iyi.

24 Eylül 2010 Cuma

YEDİ

Dün gece yedi kadın bana üzerinde düşünmek için yüzlerce şey verdi.
Yaşadığım hayat hakkında düşündüm. Çocukluğumu, gençliğimi, ailemi ve evimi. Herhangi bir şeyin eksikliğini hissetmedim büyürken. Hiç açlık çekmedim ya da hiç evsiz kalmadım. Ailem hep yanımdaydı ve hepte emin oldum yanımda olacaklarından. Kimse okumamı engellemedi hatta benim ailemde okumayan hor görülürdü. Kimse ne giydiğime, nereye gittiğime ya da kimle gittiğime karışmadı. Belki de bu şekilde yaşadığım için benim dışımdaki yaşamlardan haberdar olma konusunda beceriksizim.
Dün gece ki o yedi kadının yaşadıklarının benzerleri, onlarca filme, kitaba ya da oyuna konu olmuştur. Filmlerde ya da dizilerde izlediğim o karakterler için üzülmek, onlara acımak, vah vah, tüh tüh demek kolay ama gerçekliklerini kabullenmek zor. Karşımdakilerin gerçek olduklarını, bunların gerçekten yaşandığını bilmek çok zor. İnsanların birbirlerine neler yapabildiklerini, işkence konusunda ki sınır tanımayan hayal güçlerini fark etmek zor. Evet, şiddete eğilimimiz belki doğuştan, belki de yaşadıklarımız ve çevremiz yüzünden sonradan kazanılan bir şey. Ama varlığı inkar edilemez. Gücümüzün yettiğine, gücümüzün yettiği kadar eziyet etmek… Eğilimimiz var ya da yok, bence ayrıldığımız yer; bunu yapacak kadar diğer sahip olduklarımızı inkar edecek duruma gelip gelmemek.
Dün gece yedi kadın, bana hayatımın herhangi bir yerinde birilerinin işine yarayacak ne yaptığımı sordu satır aralarında. Hiçbir şey… Onların yaşadıklarından ziyade tüm o yaşadıklarına rağmen yaptıkları, asıl onlar birer ibret tablosu. Düştükleri yerden -ki çok sert zeminlere, çok sert düşüşlerdi- kalkıp yaptıklarını dinleyince; bizim oturduğumuz yerden hiçbir şey için kalkmamız daha da batıyor. Vicdan mı dersiniz yoksa eziklik mi ama hissettiğim şey, rahatsız edici bir şeydi. ,
Bir tür kendimle ve içinde yaşadığım toplumla hesaplaşma olarak yansıdılar bana. Ama en fenası, gördüm ki bu adaletsizlikler, işkenceler, önyargılar ülkeler üstü, sınırlar ötesi. Kıta ya da ülke bazında değil gayet bütün bazında bir yanlışın içindeyiz. Aslında ortak bir sorunumuz var. Ya da şöyle diyelim, bu sorun da diğer sorunlarımız gibi ortak. Tıpkı çözüm bulmak için hiçbir çabamızın olmaması gibi…

23 Eylül 2010 Perşembe

KARA DUMAN

Kıskançlık... Dişimin arasında kalan elma kabuğu, gözümün içine kaçan kirpik, ayağımın altına yapışan sakız. Bilmem anlatabildim mi? Öyle durup dururken oraya yerleşiverip; beni rahatsız eden "şey". Mantık ve sağduyudan nasibini almamış, akılla hiç ilişkisi olmamış, gücünü her nereden alıyorsa olduğu yere adeta yapışmış olan "şey". Hissettiğim anda beni, benden nefret ettiren, iç savaşımın cephelerinden biri. Önüme çıkardığı soruların hepsi birbirinden saçma: neden baktı? neden konuştu? neden aramadı? neden aradı? kimle gitti? neden gitti?
Başka birinin en değerli şeyini, özgürlüğünü sorguladığını bilmek ve bununla boğuşmak. Birileri bana sorsa; kıstığım gözlerimden ateş çıkarıp cevap vereceğim soruları bir başkasına sormak? Soramamak... O yüzden tüm bu saçmalığa kendi kendine katlanmak. Kendine sor ama cevabını vereme! Ya, nasıl vereceksin ki? O yüzden iki elinle kulaklarını kapatıp, gözlerini sıkıca yumup, ağzını kocaman açıyorsun. Açıyorsun ki; o siyah duman, döne döne çıksın o delikten. Yoksa zehirlenirsin...

21 Eylül 2010 Salı

RECM

Ne zor işmiş şu buhran denen şeyle boğuşmak! Ne zor işmiş o dibe çeken ellerden, kollardan çırpınmadan kurtulmaya çalışmak. Çırpınmadan, çünkü çırpındıkça çiziyorlar oramı buramı. İzi kalacak diye korkuyorum. Kesik kesik soluma sesleri geliyor ayaklarımın altından, duyuyorum. Bazen o beyaz ellerini, ayak bileklerimde görüyorum. Yok, yok daha delirmedim, biliyorum. Daha ziyade, bir tür uzak doğu korku filmi sahnesinin içinde yaşıyorum. Mavi suratlı, koca gözlü bir çocuk var aşağıda. Gözlerinin beyazı yok, simsiyah. İşte en çok o yapışıyor ayak bileklerime. Hayır canım, kendi çocukluğum filan değil. O kadar da basit ve klişe bir açıklaması yok gördüklerimin. Belki biraz fazla film izlemekten ya da hayal gücünün fazla çalışmasından olabilir, emin değilim.
Hissetmediğiniz bir şeyi hissedermiş gibi söyleyebilir misiniz? Çok özledim, çok seviyorum, çok istiyorum... Söyleyebilirsiniz, hatta söylüyorsunuz bile. Her gün söylüyorsunuz: nasılsın? iyiyim...
Hadi oradan! Gerçekten kendini iyi hissederek iyiyim diyenler, duvar dibine dizilsin. Gözlerini bağlayın. Kalanlar, herkes eline bir taş alsın...

16 Eylül 2010 Perşembe

SİNİR HARBİ

İstediğin kadar konuş!
İstediğin kadar bağır çağır!
Duvara karşı…
Hiçbir şey yokmuş gibi yapmanın bile bir sınırı vardır. Gözünü çıkardığın yerde biter bu sınır. Benim çok durmuşluğum var duvar önünde. Bilirim. İzin vermediğim, izin veremediğim için zamanında parça pincik ettiğim bir ton şey var hayatımda. Herkese bol keseden değer biçip sürekli yüzümü duvara çarpışım var. Var da var işte. Her neyse…
Bundan sonrası sadece ben! Yapabilirsem. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Derin midir acaba diye korkarak eğildiğim kuyuya düşmeden son anda tutundum kenarına. Tanrı acısın bana! Ve affetsin ama bir dileklik canın var! Muma üflerim, olur biter.
Bundan sonra köpekler değil; sahipler istediğinde!

SWOT

Swot analizi:
Bayanlar baylar, dün akşam ofiste oturmuş harıl hurul yapmış bulunduğum swot analizini hayatıma uyarlıyorum. Buyurunuz:

Güçlü yönler:
- Hala 30 altı yaş
- Fazla sağlam bir bünye (hasta dahi olmaz, o kadar yani!)
- İrade
- Birden fazla kişiliği idare edebilme becerisi (bkz: son 3 yıl)
- Uyku ve yemek konusunda minimum problem yaratma
- Güçlü sosyal yapı (?)
- Her koşulda hiçbir şey yokmuş gibi yapabilme becerisi (bkz: son 17 yıl)
Zayıf yönler:
- Neredeyse 30 olan yaş
- Fazla inanç ve gereğinden fazla güven duyma
- Kolay kandırılabilme
- Düşük özgüven
- Ayarı çabuk kaçırma, bir bağlandı mı etini koparmadan ayrılamama
- Sınırlarını bilememe
Tehditler:
- Dengesiz, vurdumduymaz, ne istediğini bilmeyen adamlar
- Sınırlarımı benden daha iyi bildiğini sanan adamlar
- Hatta galiba bütün adamlar
- Erken bunama (çok ciddiyim, 50 me gelmeden Alzheimer olma ihtimalim çok ama çok yüksek)
- Midem
- Zaaflarımdan da öte onların fark edilmesi
Fırsatlar:
- Hala ilk Müslüman rahibe olabilirim
- Hala her şeyi bırakıp sadece yazabilirim (bu klavyede neden a larımın şapkaları yok!!!)
- Görmediğim ülkeler, şehirler, kasabalar, köyler…
- Daha kazanmadığım paralar (ne zaman kazanacağımı soranlara: umursamaya başladığımda sanırım)


Fark ettim ki hala “hala” diyebilecek durumda olmak bile bir fırsattır…

15 Eylül 2010 Çarşamba

SON...

Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri , öpüşürken yok olan ateşle barut gibi . William Shakespeare, Romeo ve Juliet
.......................
Çığlığından titreyen camlar ve havalanan çarşaflar…
Başı yeniden yastığa düşerken, uzun siyah saçların yastığa yayılışı
Sıkıca kapanan avuçlarını sonunda açıp, buz gibi beyaz örtülere bastırdığında
Dört tırnak kan izi…
Çizgi çizgi mi olsun, çapraz mı gelsin izler?
Gözbebekleri yukarı doğru kayıp ardında sadece akını bırakırken son gördüğü şey, komodinin üzerinde duran tuzluk.
Ses çıkaracak kadar tel kaldı mı boğazında?
Neyden bahsediyoruz biz?
Sevişmemizden mi ölümümüzden mi?
Nefes al! Nefes al!

KUTSAL KİTAP

Kafanız karıştığında, algınız köreldiğinde ya da görüşünüz bulandığında, bazen dışarıdan bir yardım iyi gelebilir. Ne bileyim yazılı bir metin belki… Kutsal kitaplar vardır hani bunun için. Binlerce yılın içinde bir zaman diliminde yazılmış, yazdırılmış, inmiş, indirilmiş kitaplar. Neye değil belki daha çok nasıl inandığınıza dair size destek olan kitaplar. Kurtarıcınız olan kitaplar vardır. Siz o saçma sapan, depresif halinizin ortasındayken; elinizden tutup sizi ayağa kaldıran, sizi iyice bir silkeleyen ya da yeniden bir şeylere inanma gücü veren. Umudunuzu yitirmemeniz gerektiğini çünkü en olanaksızın bile olabildiğini anlatan kitaplar vardır. Sizi o deli gibi ağlama isteğinizden sıyırıp alan, yavaş yavaş teselli eden kitaplar. Kutsal kitaplar vardır bu hayatta ve herkesin kutsal bir kitabı vardır. Tam ortasından açıp, gözüne çarpan ilk cümleyi okuduğunda bile, ta içine giriverdiğiniz kitaplardır onlar. Ortasından, sonundan, 52. Sayfadan, 5.satırdan, hiç fark etmez neresinden olursa olsun bir yerinden tuttuğunuz kitaplardır.
Düşünmemenin yolu başka şeyler düşünmektir. Size başka şeyler düşündürebilen kitaplardır kutsal kitaplar. Sizi, içinde durduğunuz o çukurdan çıkarıp; yemyeşil bir çayıra bırakıverirler. Nefes aldırırlar size, siz o manasızlıklardan soluksuz kalmışken… Gözünüzün önüne, üzerinden çağ da geçse bozulmayan, yıpranmayan, eskimeyen bir dünya kuruverirler.
Herkesin kutsal kitabı kendinedir. Tevrat, İncil, Kuran, Zebur, Mahabarata, Mesnevi, Das Kapital, Kamasutra, Othello, Sefiller, Suç ve Ceza, Simyacı, Prens, Kürklü Venüs, Küçük Prens, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Tutunamayanlar, Uğultulu Tepeler, Kavgam, Büyük Umutlar…
Benimde bir kutsal kitabım var. Beni sinirlendiren, gülümseten, hayal kurmamı sağlayan ve bana özgüven veren bir kitap. Hayatımda ne eksikse onu tamamlayan yani. Bana her daim kendimi iyi hissettiren. Son sayfaya geldiğimde artık, bir kere daha beni bir şeylerin varlığına inandıran. Ben her seferinde, bana inandırdıklarının tersini görüp yine o kitaba muhtaç hale geliyorum ama olsun, ironisi de güzel…
Öyle ağır, ağdalı bir kitapta değil. Yalın, sessiz sessiz derdini anlatan ama ta içeride bir yere işleyen bir kitap. Tokat gibi, inançlı ve dirençli cümleler kurabilen bir kitap. Bir taraftan da o kadar naif ki; neredeyse diğer yanağınızı döndürüyor size.
Hiçbir şeyin ve hiç kimsenin göründüğü gibi olmadığına, çok değer biçtiklerimizin bunu taşıyamayacak kadar omurgasız; az değer verdiklerimizin bunu hak etmeyecek kadar değerli olabileceğine, her şeyi kaybetseniz de kendinize olan inancınızı asla kaybetmemeniz gerektiğine, her koşulda hep dik durmaya, aileye, sevgiye ve hoş görüye dair bir kitap. Daha da fenası, kadın ve erkek olmakla ilgili bir kitap. Tam anlamıyla güçlü iki karakterin savaşı var merkezde çünkü. Önce “ben” diyen bir kadın ve erkeğin çatışması var. Bencillikle kendini koruma içgüdüsü arasında gidip gelen bir çatışma bu. Anlayışın yitirilip yitirilip yeniden bulunduğu bir sürtüşme, dinlemekten ve söylemekten kaçınmanın neden olduğu bir kapışma var arada. Belki o yüzden on bilmem kaç sayfa önce evire çevire dövmek istediğiniz karaktere, sayfalar sonra sarılmak istiyorsunuz. Onlarda kararsız, ürkek, temkinli başlarken; birden canavar gibi dikiliveriyorlar birbirlerinin karşısına. O çarpışmanın şiddetini okumanın verdiği haz, çok az kadın-erkek hikayesinde vardır.
Kendi zamanının doğru tasvirinde netçe görülen eksiklikler, yanlışlıklar, vurdumduymazlıklar içinde var olma çabası veren bir karakter var çünkü tepede: maddi kazancıyla değil; fikir zenginliğiyle sıyrılabilen, dürüstlüğü ve değerlerine inancı karşısındakinin de kendi gibi olduğunu görmesini engelleyecek kadar kör edici olan bir kadın. Ailesini, tüm nobranlıklarına ve aymazlıklarına rağmen savunması da bu yüzden. Bile bile… Kendini sürekli kontrol altında tutan, şüpheciliği baş ağrıtıcı boyutlara varan bir kadın. O kadar ki; neredeyse kendini hayatının aşkından edecek!
Adama gelince… (bir iç geçirme efekti) Orada ki vahametin boyutuna örnek vermek gerekirse: kadına aşkını ilan ettiği sayfada hakaretleri öyle bir boyutta ki; sinirle çeviriyor insan sayfayı. Zekasının, algısının, sahip olduklarından ötürü karşısındakine verebileceklerinin bilincinde olmanın neden olduğu kibri, her şeyin önüne koyarak, kendine o kibirden bir duvar örerek, hem kendi duygularından hem kadından kaçmayı deniyor. Kendince haklı egosu, kendine izin vermiyor. Ama geri de duramıyor. Eline değmeden, yüzüne bakmadan ve hiç sezdirmeden, o kadın için, hiç kimsenin yapmayacağı şeyleri yapıyor.
Kendisiyle ve karşısındakiyle hep kavga halinde ki bu iki karakter, ancak birbirlerinde huzur bulabiliyor sonunda zaten. Bende o son sayfada…

Cevap veriyorum: Gurur ve Önyargı, Jane Austen

14 Eylül 2010 Salı

SABAH SEREMONİSİ

Sabaha Gripinle başlamak iyi bir fikir olabilir de olmayabilir de: “her nereye gidersen, kendinle yüzleşirken, kimse duymaz yalan söyle!” Böyle bir şey söylenir mi şimdi sabah sabah, daha ayılmamışken!
Ama liste zaten saçma sapan şeyler düşünmem ve serviste uyuyamamam üzere hazırlanmış gibi. Hani başkası da değil, ben hazırladım.
Mavi Sakal… “Ne kadar” çalıyor. Bu albümün ilk çıktığı zamanı hatırlıyorum. 19 yaşındaydım sanırım. Nalan la beraber Alsancak D&R da ki imza gününe kaçmıştık beraber. Güven Erkin Erkal da vardı ve ben gayet aşıktım adama. Her hafta o radyo programını radyoya yapışıp dinlediğim zamanlar. Bana Mor ve Ötesi’ni, Kesmeşeker’i,Acil Servis’i ilk dinleten adam. Bana müzik dinlemeyi öğreten adam. Yıllar sonra Flugtag da onu vip tribününde görünce yanına gidip elini sıkmıştım. “10 yıl oldu” demiştim ben sizi tanıyalı. İyi mi ettim yoksa adama kendini yaşlı mı hissettirdim bilmiyorum ama o gözleri görünce yine içim hopladı.
Bir sabah, İzmir de, otobüs durağında okula gitmek için beklerken yağmur başladı. Hava daha tam aydınlanmamış. Önümde duran sokak lambasının ışığında yağmuru seyrederken; kulağımda da “İki Yol” çalıyor. Klip gibi… Kendi kendime klip çektiğim yaşlar zaten. Sadece siyahlar giydiğim, kısacık saçlarımla erkek çocuklarına benzediğim yaşlar. Gamzeyle “Kumdan Kaleler” i almaya gittiğimiz kasetçide ki uzun saçlı çocuk… Ben yine aşıktım tabi. Ya ben ne kadar çok aşık olurdum! Sardunya da ki uzun saçlı, sarışın garson. Uzun saç, hepsinin kesişme kümesi. Normallik seviyesi yerlerde maşallah!
Zeki shuffle ım Mavi Sakal’ın ardına Muse bağlıyor. Matthew Bellamy i ilk sahnede canlı görüşümü de, o sesi ilk canlı duyuşumu da hiç unutamayacağım sanırım. İlk parça bitene kadar hipnotize olmuş halde sahneye bakışımı da… Şu fani hayatımda izlediğim en iyi konser olarak kaldı hafızamda. Bir de benim Çeşme Antik Tiyatro’da bir Bryan Adams konseri faciam var ki, sahne önüne koşarken amfi tiyatronun 8 er metre genişliğinde ki basamaklarından yuvarlanıyordum az daha. Dedim ya, benim her şeyim ayarsız! Kontrol mekanizması eksik doğmuşum ben. Ne sesimi, ne yüzümü ne de ellerimi kontrol edememem de bu yüzden zaten.
Ve tabi ki i-pod umun vazgeçilmezi: Hoobastank- The Reason. Hani bir ara konusu açılmıştı ya, bir erkeğin bir kadına armağan edebileceği en güzel şarkılar diye, benim listemde bir numarada bu şarkı. Tamam, birinin “sebebi” olmak istemem ama işte, ne bileyim. İçinden kelebekler geçen bir şarkıdansa bu daha bir gerçek sanki.
Ama bunun arkasından gelen Starsailor; ya bu adamın sesi bende neden hep melankoli, hüzün hatta neredeyse depresyon başlangıcı yaratıyor bilemedim. Bir de tuhaftır ama bu adamı bağrıma basma ve onu teselli etme ihtiyacı ile dolup taşıyorum her seferinde. (kontrolden çıkmış anaç duygular…) (bkz: Alcoholic)
Tamam, geldik, iniyoruz… Arkamda Gizem de, Justin den Candan Erçetin e uzanan bir repertuarla yaptı sabah seremonisini.
Bir programın daha sonuna geldik. Yarın sabah yeniden görüşmek dileğiyle; yapımda ve yayında emeği geçen tüm arkadaşlarım adına iyi günler dilerim. Esen kalın…

13 Eylül 2010 Pazartesi

MISIN?

Yasaklıyorum kendime okumayı. Yazdıklarını okumayı. Ben zaten her okumayı cümlelerin yanında yapıyorum ya, şimdi seninkileri okurken senin cümlelerinin yanına yaklaşamıyorum bile. Sadece okurken bile kalbi sıkışıyorsa insanın nasıl korkmaz o cümlelere yaklaşmaktan. Bu sefer elimi süremiyorum hiçbir kelimeye, yanağımı yaslayamıyorum, yanına uzanamıyorum hiçbir sözcüğün. Uzaktan gelen kum fırtınasını seyreden hesabı, kaçmam gerekirken, inadına son saniyesini bekliyorum kaçma fırsatının. Hep dibine kadar yuvarlanmam gerek çünkü! Hep abartmam gerek! Acı çekilecekse de , nefret edilecekse de! Hep ayarsız olmam gerek çünkü!
Daha kadın olamamışken kadın gibi hissetmek fazla geliyor bu bedene. Benim bildiğim şeyler değil bunlar. Cehaletimle açlığım birleşiyor. Bir canavar çıkacak ortaya az kaldı. Kim sakinleştirecek? Kim gözlerinin içine bakıp; hızından ciğerlerini acıtan nefesini düzene sokacak? Kimde var bu cesaret? Kim yol gösterecek, kim doyuracak açlığını?
Kimse… Beni yine benimle, o baş edemediklerimle bırakacaklar, bırakacaksın. Mısın? Bırakma! Sen bırakma! Yorarım, kanırtırım insanın içini, ellerinin içine tırnaklarını geçirerek yumruklarını sıkarsın ama yapma, dayan! Benimle kal… Yavaş öğrenirim ama öğrendiklerimi unutmam ben. İyi öğrenirim.
Bu sefer kaçmama izin verme. Sonunda ben o duvarda bir tarafı çatlatmışken, o çatlaktan sızabil. Karşı duvarın arkasında kalan bahçeye. İstemesem, yolunu açar mıydım?
Okumayı yasaklıyorum ama yazmayı yasaklayamıyorum. Taşıyor sanki içimden. Ne kadar bent varsa yıkılmış, tutamıyorum. Kimse yapamadı bunu da sen nasıl yaptın? Ne kadar çok sözcük ve ne kadar çok cümle yazdırdın bana. Sen de bütün bu cümlelerin değerini bilenlerdensin. Anlarsın beni. Anlarsın birisi yüzünden yazacak hale gelmeyi. Sana da yazdırdılar çünkü! Sen de yazdın. Bağıra çağıra, kıra döke yazdın. Sırılsıklam oldu yazdıkların. Olmadı mı? O yüzden anlarsın. Mısın?
(Ağustos 2010)

6 Eylül 2010 Pazartesi

PERVANE

Bıraktım artık hayatındaki yerimi sorgulamayı çünkü az önce fark ettim yerimi. Bir bezelye tanesinin üzerinde duruyor kocaman yatağım... Hep rahatsızım ben. Hiç tatmin olamadım. Hem şüphelendim, sıkıntılandım ve bir türlü rahat nefes alamadım. Hiç derin bir uyku çekemedim bu yatakta ben. Sıcaktan sandım bazen, bazen de soğuktan. Kah yastığa suç attım kah yatağa ama bir türlü yakalayamadım o bezelye tanesini. Bir türlü çıkaramadım yatağın altından.

Ne kadar çok hayal etmiştim ben seni. O kadar çok ki hayalgücüm sana dayalıydı uzunca bir süre ve bütün hayallerimde, başrolde değilsen bile figüran olmuştun. Ne kadar zor biliyor musun hayalgücüne sınır getirmeye çalışmak. Kendine "hayır, onu düşünme" demek. Gözünün önüne gelen resimleri silmek.

Ne kadar hazırdım biliyor musun tüm bu hayalleri gerçek yapmaya. Hatta benim gücümün yetmediklerini bile. Ben ki bunca yılın içinde bile caymadım senden. Ta ki...

Her tahammülün bir sınırı var. Bende ki tahammülün bile. Evliyalık sabrının sınırına dayandığı yerden kopuyor benim iplerim. O kadar incelmişler ki görünmüyorlar bile. Tek kızdığım kendimi olmadığım bir şey sanmama izin vermen. Sanki gerçekten oradaymışım gibi hissettirmen. Bütün bu maskeler, kostümler, provalar. Ana sahnede rolüm varmış gibi... Sufle vermeme bile izin vermiyorsun halbuki.

Ben seni çırılçıplak gördüm sanıyordum. Bütün o etin, kılın, tüyün altını ama hayır, yine sadece etmiş gördüğüm. Hayal kırıklığından daha çok can acıtan bir şey daha varsa, bul getir. Hemen teslim olacağım.

Ama o zamana kadar, kayıp gidiyorum. O kadar yavaş ki hissetmiyorsun bile değil mi? Anlamıyorsun bile. Hala hep etrafında dönüyorum sanki değil mi? İyi bak! Çemberi genişletiyorum. Yörüngenden daha rahat çıkabilmek için, daha geniş açılardan alıyorum artık virajları. İyi bak! Döne döne, yana yana gidiyorum...

2 Eylül 2010 Perşembe

KAPI

İtekleye itekleye seni kapıya kadar getirdim. Kendi kendine gidemeyecek kadar halsizdin. Çık git diye iteklemedim seni ben o kapıya, ben kalayım ama sen git diye itekledim. Yaralarını sar ki yeniden açabilelim diye. Kanıyor, evet, biliyorum. Ama geçer. Kurur. Kuruduktan sonra sil onları, bastırmadan. Bastırmadan sil ki yeniden kanamasınlar. Nazik ol yaralarına karşı. Ben açarken olamasam da sen silerken ol. Otamak sana kaldı ve zordur kendi kendini onarmak ama yapacak bir şey yok. Git, tamir et kendini. Kabuk değiştir, kuyruğunu bırak, ölü hücrelerinden kurtul. Bu kapı kapansa da hep burada. Kapısız kalmamaya bak. Temiz kalan, sağlam kalan yerlerini korumaya bak. Çünkü yeni yaralar açacağız. Eskilerin üzerine değil, yeni yerlere...